Antalya’da bir sürücünün aracını sokak köpeklerinin üzerine sürmesi ve birini ezmesi tepkilere neden oldu. Kepez İlçesi’nde güvenlik kameralarına yansıyan olay, 17 Temmuz’da meydana geldi. Görüntülerde, Yükseliş Mahallesi’nde 07 JN 433 plakalı hafif ticari araçla seyreden sürücü, kasise geldiğinde hızını düşürerek geçiyor.

Sürücü, yolda hiçbir araç olmamasına rağmen aniden aracını yolun sağ tarafından bekleyen bir köpeğin üstüne sürüyor. Bu köpek kaçarak ezilmekten kurtulurken, diğer bir köpek aracın peşinde koşmaya başlıyor. Bunu fark eden sürücü, sola manevra yapmak yerine aracı köpeğin üzerine sürmeye devam ediyor.

Başı aracın sağ ön tekerinin altında kalarak ezilen köpek ölürken, sürücü hızla kaçıyor.


Referans
Cumhuriyet çalışanlarına yönelik davanın üçüncü duruşmasında savunma yapan Ahmet Şık, "Ben burada savunma yapmıyorum, ifade vermiyorum, aksine itham ediyorum" dedi ve "Cumhuriyet'te aradığınız çete, siyasi parti kılığında ülkeyi yönetiyor" diye ekledi. Şık, savcının sorgusunda 'İddianamedeki suçlamalara değinmediniz' demesi üzerine, "İddianamenin üzerinde pek durmadım. Bence siz de pek kaale almayın" diye cevap verdi.

"Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek" iddiasıyla tutuklanan gazetemiz yönetici, yazar, muhabir ve avukatları hakkındaki dava, gözaltılardan 9 ay, iddianamenin hazırlanmasından 3 ay sonra önceki gün başladı.

Duruşmanın 3. gününde savunma yapan Ahmet Şık, savunmasını "Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet" diyerek bitirdi.

İşte Ahmet Şık'ın gazetecilik ve hukuk dersi verdiği savunmanın tam metni:

Sözlerime 3 yıl önce, 2014’te yayımlanan ‘Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda’ isimli kitabımın önsözünden bir alıntıyla başlayacağım. AKP ve Gülen Cemaati arasındaki mafyatik iktidar ortaklığının nasıl dağıldığını anlatan bu inceleme-araştırma kitabımın önsözü şöyle başlıyor:

“Türkiye’yi siyasal ve toplumsal olarak beraber dönüştüren iki güç olan AKP ile Gülen Cemaati’nin birlikteliği ve yancı desteğiyle sürdürülen, adına iktidar denilen kanalizasyon patladı. ‘Yeni Türkiye’ denilen garabeti inşa eden, amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın uygun olduğu Makyavelist bir anlayışın hakim olduğu iki güç; AKP ve Cemaat ayrıştı.

Her ikisi de sistemin ve toplumun demokratikleşmesini değil, kendi otoritesini hakim güç kılmak üzerinden, içinde örgütlenmeye çalıştıkları devleti ele geçirmek isteyen güç odakları.

Uzun vadede söz sahibi tek güç olacaklarını düşündükleri devletin otoritesine bağlılığı sarsılmaz kılmaya çalışan bir anlayışa sahip bu iki odak, gördük ki bir yandan ortak düşmanlarla mücadele ederlerken öte yandan birbirlerini yok etmeye dönük hamleler için malzeme biriktirmişler.

Bu malzemelerin kullanılacağı günün yaklaştığı, kanalizasyondaki pis kokunun uzun süredir dışarıya yayılmasından belliydi. Medya köşelerinden yapılan tehditler, el altından yapılan tasfiyeler, zaman zaman sızdırılan telefon konuşmaları, hukuksuzluk üzerine kurulu polis-yargı operasyonlarının, ortak düşmanlardan sonra iktidar bileşenlerini hedef alması yaşanacakların işaretiydi.

"SADECE DEVLETİN SAHİBİ KİM OLACAK DİYE SAVAŞILIYOR"

Ortalıkta yok edilecek düşman kalmadığına kanaat getirince, devletin sahibinin kim olacağı kavgasına tutuşarak birbirlerini hedef aldılar. Evet ortalığı pislik götürdü, götürüyor. Görünen o ki bir süre daha böyle olacak. Dinin, etik değerlerin alet edildiği bu savaşta tarafların ihtiyaçlarını karşılayan yalanlar, tarafları nezdinde gerçeklerden daha itibarlı. Bu yüzden yapılan savunmalara kimse aldanmasın. Bu savaş, ne demokrasi ve temiz toplum ne de birilerinin iddia ettiği gibi barış ya da sivilleşme için yaşanıyor. Sadece devletin sahibi kim olacak diye savaşılıyor.”

Bu satırlar yayımlandıktan sonra, AKP ve Gülen Cemaati arasındaki savaş daha da şiddetlendi. 2007’deki Ergenekon soruşturmalarıyla başlayan sahte bir tarih yazımı sürecinin iktidar ve suç ortaklarının devletin ve ülkenin yağmalanmasında kimin daha çok pay alacağıyla ilgili savaş bir darbe kalkışmasına kadar uzandı. 15 Temmuz 2016’da 250 insanın katledildiği kanlı bir kalkışma yaşandı.

Tek failinin Gülen Cemaati olduğuna inanmamız istenen bu kalkışmanın hükümet tarafından önceden bilindiğine yönelik ciddi kuşkular var. Üzerinden bir yıl geçtiği ve çok sayıda soruşturma açılmasına rağmen kuşkular azalmak yerine giderek arttı. İhtiyaç duyulan ‘Kontrollü Kaos’ için yol verildiği zannına kapılmamıza neden olan birçok emaresiyle karanlıkta kalması istenen 15 Temmuz Darbesi son 10 yıla yayılan sahte tarih yazımının da en önemli kilometre taşı oldu. İçinde sıklıkla geçen “demokratikleşme-sivilleşme” sözcükleriyle, yalanlarla kurgulanmış bu sahteliğin tek gerçeği ise darbecilerin katlettiği insanlar oldu.

"KONTROLLÜ KAOS" DEMEMİZ BOŞA DEĞİL

Darbenin karanlıkta bırakılmak istenen yanlarına dair sorular sormamız, ‘Kontrollü Kaos’ dememiz boşa değil. Kalkışmanın hedefindeki kişi Recep Tayyip Erdoğan henüz ülke kan gölünün ortasındayken niyetini açık eden cümleyi ağzından kaçırmış, “Bu darbe bize Allah’ın bir lütfudur” demişti. Lütuf denilerek kastedilenin ne olduğunu hep birlikte gördük, yaşadık, yaşıyoruz. Hakikati dile getirenlerin, suç düzenine itiraz edenlerin, gasp edilen haklarını talep edenlerin seslerinin kısılıp boğulmaya çalışıldığı ve giderek koyulaşan karanlık günlerden geçiyoruz. Kısaca özetlemekte fayda var.

Darbe engellenmesine engellendi ama ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ile temel hak ve özgürlüklerin tümü askıya alındı.

Onbinlerce insan ‘Darbecilik-FETÖ’cülük’ suçlamasıyla gözaltına alındı, 50 binden fazlası tutuklandı. İşkencelerden geçirilenler oldu.

Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) devletin ve toplumun Türk-İslamcı bir biçimde dizaynına hız verildi. ‘Bizden olanlar - olmayanlar’ ayrımının tek ölçüt kabul edildiği kuşkularını haklı çıkaran uygulamalarla kamudan tasfiyeler başlatıldı. 110 binden fazla kamu görevlisi ihraç edildi. Güvenlik, yargı, eğitim gibi devletin temel organları başta olmak üzere kamuda doğan boşluk liyakatin değil biat etmenin temel alınmasıyla AKP kadrolarınca dolduruldu.

Yıllarca öğrenci yetiştirmiş bilim insanları, öğretmenler bir anda ‘terörist’ olduklarına hükmedilerek işsiz bırakıldılar. Hakkı olanı geri almak için mücadelesini açlık greviyle sürdürenlere dahi yanıt hapishane oldu.

Fiili olarak ortadan kalkmış olan güçler ayrılığı prensibini resmi olarak da ortadan kaldıracak düzenlemelerin yolu OHAL koşullarında, sandık güvenliği olmadan yapılan şaibeli bir referandumla açıldı.

Türkiye’de her zaman sorunlu olan, istisnai örneklerle varlığını kanıtlamaya çalışan yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, kendilerini iktidarın menfaatlerine memur tayin eden hakim-savcılar eliyle tamamen ortadan kalktı. Tutuklama terörüyle gasp edilen kişi özgürlüğünün ihlali, geçerli 6 milyon oy sahibinin iradesini temsil eden Meclis’in üçüncü büyük partisine de uzandı. HDP’nin eş genel başkanları, milletvekilleri ve yine seçilerek göreve gelmiş birçok belediye başkanı esir edildi. Ve hatta bu tutuklamaların yolunu açan düzenlenmeyi “teröristleri koruyorlar” tezviratı yapılacak korkusuyla onaylayan ana muhalefet partisi CHP’nin bir vekiline kadar vardı tutuklamalar.

Bir çok sivil toplum örgütü kapatıldı. Hak savunucuları tutuklandı. Onlarca şirkete el konuldu.

Darbenin engellenip demokrasinin taçlandırıldığı söylenen ülkede yazılı, görsel, işitsel yayın yapan onlarca medya organı kapatıldı. Soruşturma, dava, tutuklama tehditleri ve ekonomik baskılara rağmen hâlâ direnmeye çalışan birkaç gazete ve bir avuç gazeteciyi saymazsak hakikati perdelemeden yayın yapan tek bir medya organı ve gazeteci kalmadı. 150’den fazla gazeteci de hapislere tıkılınca Türkiye yeniden ‘dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi’ ünvanına kavuştu. Öyle ki; Türkiye tek başına, diğer bütün ülkelerin hapishanelerinde tutulan gazetecilerin toplamından daha fazla esire sahip konumunda.

HAPİSTE OLMADIĞI HALDE TUTUKLU OLAN GAZETECİLER

Hapiste olmadığı halde tutuklu bulunan, yani sansür ve otosansür kıskacındaki gazetecileri de listeye eklediğimizde tablo daha da karamsar bir hal alıyor. Sansürün koyu gölgesi nedeniyle farklı sermaye gruplarının sahipliğinde yayın yapan çok sayıda medya organı bulunmasına rağmen tek sesli yayıncılık anlayışı tüm ülkeye hakim olmuş durumda.
Cumhurbaşkanı Erdoğan uykusunda konuşsa canlı yayın yapmak zorunda olan televizyon kanallarında, iktidar komiserleri olmadan siyasal program yapmak da yasak.

Medyanın durumu böyle olunca, siyasal eleştiri mecrası olarak sadece sosyal medya araçları kalmış oldu. Eğer erişim engellenmemişse, eğer internet devlet sansürüyle kesilmemişse, eğer AKP’nin kadrolu internet trolleri ve muhbir vatandaşlarının ve savcılarının hoşuna gitmeyecek şeyler yazmamışsanız eleştiri hakkınızı kullanmanın önünde bir engel yok. Ancak, bu hakkınızı kullandığınızı için tutuklanmayacağınızın garantisi de yok.

"15 TEMMUZ'DA DARBE ENGELENDİ AMA CUNTA İKTİDAR OLDU"

Engellenmiş bir darbe kalkışması sonrasında memleketin içerisinde bulunduğu karamsar tablonun kısa özeti böyle. Aslında bu kadar laf kalabalığını tek bir cümleye sığdırmak da mümkün:

15 Temmuz’da darbe engellendi ama cunta iktidar oldu.

Darbe kalkışmasından sonra hazırlanan iddianamelerde Gülen Cemaati’nin amacı şöyle anlatılıyor:

“Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm Anayasal kurumları olan Yasama, Yürütme ve Yargı erklerini ele geçirmek ve bu süreç tamamlandıktan sonra devleti, toplumu ve fertleri FETÖ’nün ideolojisi doğrultusunda yeniden dizayn ederek; oligarşik özellikler taşıyan bir zümre eliyle ekonomik, toplumsal ve siyasi gücü yönetmek.”

Bir lütuf olarak görülen kanlı bir kalkışmadan bugüne uzanan süreçte ortaya çıkan, biraz önce özetlediğimiz tabloya baktığımızda, iddianamelerde anlatılan bu amacın gerçekleşmediğini kim söyleyebilir?

Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm Anayasal kurumları olan Yasama, Yürütme ve Yargı erkleri ele geçirilmedi mi?

OHAL ve KHK’ler aracılığıyla devleti, toplumu ve fertleri kendi ideolojileri ve menfaatleri doğrultusunda dizayn etmeye çalışmıyorlar mı?

Devleti ve ülkenin kaynaklarını talan etme niyet ve kararlılığında, oligarşik özellikler taşıyan bir zümre eliyle ekonomik, toplumsal ve siyasi gücü yönetmeye çalışmıyorlar mı?

İşte bu nedenlerle Gülen Cemaati’nin en büyük yenilgisi olan 15 Temmuz Kalkışması, aynı zamanda en büyük zaferidir.

Çünkü, Fethullah Gülen’in idealize ettiği devlet, toplum ve fert modeli 15 Temmuz kalkışması sonrasında hayata geçirilmiş oldu. İnşa süreci hızla devam eden ve demokrasinin yanında yer alan herkesin karşı çıkması gereken sistem kimin elinde olursa olsun, patenti Fethullah Gülen’dedir.

Tam da bu nedenle Fethullah Gülen ve cemaati ne istediyse, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti vermiştir.

Şimdiyse, kanlı bir kalkışmanın ardındaki güçlerden birisi olduğu kuşku götürmez bir gerçek olan Gülen Cemaati’nin, FETÖ diye anılan bir canavara dönüşmesinde hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi davranıyorlar.

Suçlu olduklarını söylemeyelim, gerçekleri anlatmayalım istiyorlar.

Darbecilerce katledilenlerin kanlarını ucuz ve sığ bir siyasetin demagoji malzemesi yapıyorlar.

Çünkü gücü elinde tutanların tek bir amacı var: Totaliter iktidarlarını her ne olursa olsun sürdürmek.

Ve bunun için her türlü kötülüğü yapacak, herkesten vazgeçebilecek bir ruh halinde olacaklar. Uzun iktidar yolculukları, birlikte yola çıktıklarından birer birer vazgeçtiklerinin örnekleriyle dolu bir tarihi barındırıyor. İşlerinin bittiğini düşündüklerini, kullanım süresi dolanları, ihtiyaç kalmayanları geride bırakıp yollarına devam ettiler. Destekçilerinden, işbirlikçilerinden, suç ortaklarından ve hatta dava arkadaşlarından vazgeçtiler. Elbette kalanlara da, saflarına ekledikleri yeni kullanışlılara da sıra gelecek.

KORKACAĞIMIZI, SUSACAĞIMIZI SANIYORLAR

Medyanın neredeyse tamamını iktidarlarının borazanı haline getirenler, suçlarını ve kötü niyetlerini ortaya koymakta diretenleri ise hapsederek susturmaya çalışıyorlar.

Korkacağımızı, susacağımızı sanıyorlar. Bir kez daha yanıldıklarını göstermek için anlatmaya devam edelim…

45 yıllık geçmişi bulunan Gülen Cemaati’nin, ilk 30 yılda tamamladığı devlet içindeki yatay örgütlenmesinin dikey bir gelişim seyri izlemesi ise son 15 yılda tamamlandı. İktidarına gayrı resmi ortak olduğu AKP hükümetinin sağladığı olanaklarla Gülen Cemaati’nin, adeta devleti kendisine paralel hale getirmek için önünde engel kalmadı.

Cemaat, polis ve yargı teşkilatları ile ordudaki operasyonel birimlerde hayli güç biriktirmişti. AKP iktidarıyla birlikte stratejik mevki ve makamlara yerleşmek de zor olmadı. Sonrasında ise, ele geçirilmesi planlanan resmi ya da sivil tüm alanlardaki alternatif ve rakip olabilecek aktör, kişi ve kurumlar tasfiye edilerek, kendilerinin önceliklerini belirleyen bir nüfuz alanına kavuşmuş oldular.

Doğru ifadesiyle söylersek, Gülen Cemaati’nin devlet ve toplum için en tehlikeli hale gelecek güce erişmesinin en büyük sorumlusu, “Ne istedilerse veren” ve “yaptığı yardımlar için af dileyerek” suçunu da itiraf eden Recep Tayyip Erdoğan ve 15 yıldır tek başına iktidar olan AKP’dir. Dolayısıyla 15 Temmuz kalkışmasının da sorumluları arasındadırlar.

Birkaç somut örnekle açıklayacağım ancak öncesinde bir anımsatmada bulunmakta yarar var.

Ergenekon ile başlayıp Balyoz, Askeri Casusluk ve başka birkaç soruşturma ile sürdürülen bir dizi kumpas davasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içerisinden Gülen Cemaati mensubu olmayan çok sayıda subay tasfiye edildi. Tutuklanmaktan kurtulanların terfileri bile çeşitli haysiyet cellatlıklarıyla engellendi.
O dönemde başbakan olan Erdoğan, kendisini bu davaların savcısı olarak ilan etmişti.

AKP hükümeti de siyasal onay makamı olarak bir yandan hukuksuzluklara suç ortaklığı yaparken, öte yandan kumpasların faillerine yönelik eleştiri ve suçlamalara karşı da kendini siper etmişti.

Şimdiyse, o dönemin suç ve günahlarının tüm yükünü Gülen Cemaati’nin sırtına yükleyerek kendi rollerini ve suçlarını gizlemeye çalışıyorlar.

O dönemde cemaatin komplolarıyla hapsedilen, AKP-Cemaat ortaklığının medyadaki tetikçileri tarafından infaz edilmeye çalışılan çok sayıda kişi vardı. Bu kişilerden, aralarında gazetecilerin de olduğu bazılarının, AKP’nin suçlarının gizlenmesinin kolaylaştırıcısı/ortağı haline geldiğini, hatta bu dönemin haysiyet celladı olarak sahnede bulunduklarını da belirtmeden geçmeyelim.

Konumuza dönersek, Gülen Cemaati söz konusu kumpas davalarıyla TSK’deki terfi listesi ve sırasını menfaatleri ve amaçları doğrultusunda şekillendirerek kendi mensuplarının önünü açmış oldu.

TSK'DEKİ TASFİYEDE CEMAATİN YARDIMINA KOŞAN YİNE AKP OLDU, HEM DE ARALARINDAKİ SAVAŞ SÜRERKEN

TSK’de Cemaat mensubu olmayan subaylar elbette bu davalarla saf dışı bırakılanlardan ibaret değildi. Kalanların saf dışı edilmesi için Cemaat’in yardımına koşan yine AKP hükümeti oldu. Hem de aralarındaki savaş sürerken.

Bakalım neler olmuş…

2012 Mayıs’ında yapılan yasal değişiklikle, askeri personelin 15 yıllık mecburi hizmet süresi 10 yıla indirilmişti. Cemaat böylece, kendilerinden olmayan subaylardan bazılarının ordudan ayrılacağını hesaplıyordu. Öyle de oldu. Kumpas davalarıyla yaratılan korku iklimi ve TSK’nin yaşadığı itibar kaybı nedeniyle istifalar yaşandı.

Bu ilk yasal değişiklikten sonra gerçekleşen önemli bazı düzenlemeler ise ilginç bir şekilde AKP ve Cemaat arasındaki savaş başladıktan sonra yapılmıştı.

AKP ve Gülen Cemaati arasındaki savaşı bir meydan muharebesine çeviren ve aralarındaki ilişkiyi onarılamaz biçimde koparan 17/25 Aralık 2013’teki yolsuzluk soruşturmalarıydı. Suriye iç savaşında rejim karşıtı olarak çarpışan bazı selefi cihatçı gruplara silah ve mühimmat yardımı yapıldığını kanıtlayan MİT TIR’ları operasyonları da bu süreçte gerçekleştirilmişti.

İşte ilişkilerin böylesine kopuk olduğu bir dönemde bazı AKP milletvekillerinin talep, öneri ve oylarıyla gerçekleşen yasal değişiklerle TBMM’de askerlikle ilgili bazı düzenlemeler yapıldı.

İlkin 11 Şubat 2014’te Meclis’in çoğunluk gücü olan AKP’nin benimsemesiyle yapılan düzenleme ile TSK’de terfiler 1 yıl öne çekildi. Böylece aralarında çok sayıda Cemaat mensubu olan 4 yıllık albaylar ve 3 yıllık generaller de terfi kapsamında Yüksek Askeri Şura’ya (YAŞ) dâhil edilmiş oldu. Düzenlemeyle aynı zamanda, Cemaat mensubu olmayan ve YAŞ kararlarında terfi alamayan generaller de bu şekilde emekli edilerek TSK dışına çıkarılmış olacaktı.

İkinci değişiklik 2 ay sonra gerçekleşti. 12 Nisan 2014’te yürürlüğe giren TSK Yüksek Disiplin Kurulları Yönetmeliği’yle ordudan ihraçları değerlendirmek üzere yeni Yüksek Disiplin Kurulları oluşturuldu. Bu kurulların çalışma esaslarını belirleyen Subay Sicil Yönetmeliği’nde yapılan değişiklik, irticai faaliyetler nedeniyle TSK’den ihraçların önünü kesiyordu.

Bir diğer değişiklik 37 AKP’li vekil tarafından 30 Aralık 2015’te Meclis Başkanlığı’na sunuldu. Bu kanun değişikliğiyle, albaylıktan generalliğe terfi için bekleme süresi 4 yıla indirilmiş oluyordu. Bu şekilde, Cemaat mensubu olan ancak terfi sırası gelmemiş albayların general olmasının da yolu açılmış oldu.

Son değişiklik 6722 sayılı TSK Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’du.

1988 ve daha önceki yıllarda Harp Okullarından mezun olmuş subaylar, Gülen Cemaati’nin örgütlüğünün en zayıf olduğu gruplardı.

Sözkonusu yasa değişikliği de, orduda hizmet süresini 28 yıla indiren düzenlemeler öngörüyordu.

Böylece Cemaat, kendisinden olmayan subayları en çok syıda bulunduğu üç devreyi birden topluca emekli ederek TSK dışına çıkarmış olacaktı.

15 Temmuz darbesi girişiminin en önemli aktörleri oldukları öne sürülen generaller Mehmet Dişli ve Mehmet Partigöç’ün hazırladığı bu tasarının, bir madde hariç tümünün, yasa kabul edilir edilmez yürürlüğe girmesi öngörülüyordu. 2016 Ağustos Şurası’ndan sonra yürürlüğe girmesi öngörülen ise, Cemaat’in en az örgütlü olduğu 1988 ve önceki yıllardaki mezunları kapsayan üç devrenin birden toplu olarak emekli edilmesiyle ilgili maddeydi. 23 Haziran 2016 gecesi, tasarının Meclis’teki görüşmeleri sırasında AKP Grubu’nun verdiği bir önergeyle, o maddenin de kanun çıktığı anda yürürlüğe girmesi sağlandı.

1985-2003 ARASI 400 PERSONEL TSK'DEN İHRAÇ EDİLDİ, AKP DÖNEMİNDE TEK BİR İHRAÇ OLMADI

AKP hükümetinin sınırsız desteğiyle yürütülen kumpas davaları ve yine hükümet eliyle yapılan yasal düzenlemelerle Gülen Cemaati’nin TSK içinde hedeflediği tasfiyeler büyük oranda gerçekleşmiş oldu. Bunların ne anlama geldiğini de 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan tablo gösterdi.

CHP’nin hazırladığı, “Öngörülen, Önlenmeyen ve Sonuçları Kullanılan Kontrollü Darbe” başlığını taşıyan, TBMM 15 Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu’nun raporuna yönelik muhalefet şerhini içeren raporundan yapacağım alıntı söylemeye çalıştığımı daha anlamlı kılacak.

Raporda yer alan bilgilere göre, kumpas davalarından sonraya rastgelen 2011, 2012 ve 2013 yıllarındaki YAŞ kararlarıyla terfi eden generallerin neredeyse tamamı FETÖ üyesi olmakla suçlanıyorlar. Biraz önce anlattığım AKP hükümetinin yaptığı yasal düzenleme ve değişikliklerden sonraki döneme rastgelen 2014 ve 2015 yıllarındaki YAŞ kararlarıyla albaylıktan generalliğe terfi edenlerin de yüzde 80’ine aynı suçlama yöneltilmiş.

Bu arada 1985’ten AKP’nin iktidara geldiği 2003’e kadar Gülen Cemaati mensubu oldukları iddiasıyla toplamda 400 personelin TSK’den ihraç edildiğini, ancak 2003’ten darbe kalkışmasının yaşandığı tarihe kadar ise herhangi bir ihraç yaşanmadığını vurgulamakta yarar var.

Uygulanmayan 2004 Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararlarından da bahsettikten sonra Gülen Cemaati’nin darbe kalkışmasına girişecek kadar TSK içinde böylesine etkili bir güce ulaşmasında AKP hükümetinin azımsanmayacak katkılarını anlatmaya çalıştığım bu bölümü bitireceğim.

25 Ağustos 2004’deki MGK toplantısı yapıldığında AKP iktidardaki ikinci yılını doldurmak üzereydi. Bildiğiniz gibi MGK, en üst düzeyde asker ve sivil yöneticilerin bir araya gelerek, kurula adını veren milli güvenlik konularının görüşüldüğü, tavsiye niteliğinde kararların alındığı bir toplantıdır. Kararları da mutlaka gizli tutulur.

Ancak 2004 MGK kararları birkaç yıldır biliniyor.

Bugünkü Türkiye’nin inşası sürecine yaptığı katkılarla maruf Taraf gazetesinde 28 Kasım 2013’de manşetten yayımlandı.

AKP-Cemaat savaşının ilk dönemlerinde yayımlanan ve çatışmaların daha da şiddetleneceğinin işaret fişeği olan bu haberle birlikte öğrendik MGK toplantısının kararlarını.
15 Temmuz darbe girişiminden 12 yıl önce yapılan bu MGK toplantısının konusu, Gülen Cemaati’nin gelecekte yaratacağı tehlikeye işaret ediyormuş. Bu nedenle toplantıda, “Fethullah Gülen Grubunun Faaliyetlerine Karşı Alınması Gereken Tedbirler” başlığıyla, Cemaat’e karşı bir eylem planı hazırlanması tavsiye kararı olarak dönemin TSK yönetimi tarafından AKP hükümetine bildirilmişti.

Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve 5 ayrı bakanın yanı sıra Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve MGK’nin diğer asker üyeleri olan kuvvet komutanları Aytaç Yalman, Özden Örnek, İbrahim Fırtına ve Şener Eruygur tavsiye kararının altındaki imzaların sahipleriydi.



GÜLEN CEMAATİ BİZZAT AKP TARAFINDAN TEHDİT LİSTESİNDEN ÇIKARILDI

Önerinin sahibi olan TSK, karar uyarınca oluşturulacak eylem planı çerçevesinde Gülen Cemaati’nin yurt içi ve dışındaki faaliyetlerinin hassasiyetle takip edilerek, ileride yaratabileceği tehlikelere karşı radikal tedbirler alınmasını öneriyordu. Bu tavsiye kararlarında imzası bulunan komutanlardan üçünün kumpas davalarında tutuklandığını anımsatıp hükümetin neler yaptığını anlatarak devam edelim.

Haberin Taraf Gazetesi’nde yayımlanmasından sonra AKP’nin de seçmen tabanını oluşturan muhafazakar kamuoyunda oluşan tepkiler üzerine hükümetten peş peşe açıklamalar yapıldı. Açıklamaların ortak noktası; kararların tavsiye niteliğinde olduğu ve hükümetçe yok sayılarak hiçbir zaman uygulanmadığıydı. Dönemin Başbakan Başdanışmanı olan Yalçın Akdoğan twitter hesabından, “2004’teki MGK kararı hükümet tarafınan yok hükmünde kabul edilmiş, hiçbir bakanlar kurulu kararı alınmamış, hiçbir işlem yapılmamıştır” açıklamasını yapmıştı. Dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da “10 yılda MGK’de kabul edilen hiçbir şey hayata geçirilmediği gibi biz; dindarları, dini grupları mağdur edecek hiçbir şeyi hayata geçirmedik. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin işlevselliğini biz ortadan kaldırdık” demişti. Arınç’ın açıklamasında, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne vurgu yapılması da önemli. Zira, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, devletin iç ve dış tehdit olarak belirlediği grupları tanımlar. Gülen Cemaati de 2010 yılına dek bu belgede, devlet güvenliğine yönelik iç tehdit grupları arasında sayılıyordu. Ancak, Arınç’ın da vurguladığı üzere Gülen Cemaati, bizzat AKP hükümeti tarafından tehdit listesinden çıkarıldı.

Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, 2004 MGK kararlarının uygulanmaması üzerine bakın nasıl bir tespitte bulunmuş: “İfade edilen çeşitli saiklere rağmen 2004 MGK kararının, siyasi ve hukuki yönlerden zamanın iktidarınca tedbirler yönünden değerlendirilmeyişi, Gülen Cemaati’nin sadece Türk Silahlı Kuvvetleri’ni değil, Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve kurumlarını da işgal etme sürecine ivme kazandırmıştır.”

"HAYIR KANDIRILMADINIZ, AKSİNE BİZİ KANDIRMAYA ÇALIŞTINIZ"

MİT’te üst düzey yöneticilik yapmış olan Öneş’in devletin dinci bir örgüt tarafından işgal edilmesi sürecinin önemli sorumlularından biri olarak AKP hükümetini işaret ettiği açıklaması böyle. AKP hükümetinin konuyla ilgili yaptığı ve bir suç itirafı olan açıklamaları da ortada.

Cemaat kendilerini hedef alana dek uyarı ve eleştirileri dinlemeyip, devleti tüm kurumlarıyla birlikte bu çeteye teslim eden, suçlarına ortaklık yapanlar şimdi “kandırıldıklarına” inanmamızı istiyorlar.

Hayır kandırılmadınız. Aksine, birlikte kandırmaya çalıştınız.

Yıllardır bunu söylememize rağmen,Cumhuriyet Gazetesi’nden örgüt, bizlerden FETÖ’cü çıkarmak için beyhude bir çabaya girişen Türkiye yargısının “kandırıldık” açıklamasını yeterli görerek şüpheliler hakkında herhangi bir soruşturma açmadığını da belirtelim.

Şimdi yargının AKP eliyle Cemaat’e nasıl teslim edildiğine bir göz atalım. CHP’nin 15 Temmuz kalkışmasıyla ilgili hazırladığı raporundan yine bir alıntı yapacağım.

Darbe girişimi sonrasında, Gülen Cemaati’nin hatırı sayılır bir ağırlığı olan yargı teşkilatından birkaç bin hakim-savcı “FETÖ’cü oldukları” gerekçesiyle ihraç edildi. Birçoğu tutuklandı.

CHP’nin raporu, ihraç edilen yargı mensuplarının kadrolaşmalarına dair çarpıcı tespitler içeriyor. Raporda darbe sonrasında KHK’lerle ihraç edilen yargı mensupları arasında kıdemi en eski olanın 1980’de mesleğe girdiği belirtiliyor. 1980’den AKP’nin iktidara geldiği 2002’ye kadar, farklı hükümetler tarafından toplamda 7 bin 672 hakim ve savcının ataması yapılmış. Bunlar arasından darbe kalkışması sonrasında ihraç edilenlerin sayısı bin 210 kişi. Oransal olarak ifade edersek, 23 yıllık bir süreç içinde göreve başlayan yargı mensupları arasında FETÖ bağlantısı olduğu iddiasıyla ihraç edilenlerin oranı yaklaşık yüzde 16.

Şimdi bir de AKP’nin iktidar olmasından sonraki dönemlere bakalım.

Raporda 2003-2010 yılları arası ilk AKP Dönemi olarak adlandırılmış. Bu dönemde ataması yapılan 3 bin 637 hakim-savcıdan ihraç edilenlerin sayısı bin 255 kişi. Oransal ifadeyle, toplam atamalar içinde ihraç edilenlerin payı yaklaşık yüzde 35 olan bu dönemin adalet bakanları ise Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin ve Sadullah Ergin.

Yargıdaki vesayete son verdiği demogojisi yapılan 2010 Anayasa Referandumu sonrası ile AKP’ye yönelik yolsuzluk soruşturmalarının yapıldığı 17/25 Aralık 2013 tarihleri arası ise raporda ikinci AKP Dönemi olarak incelenmiş. Bu dönemin adalet bakanları ise yine Sadullah Ergin ve Bekir Bozdağ. Bu iki bakanın döneminde ataması yapılan 2 bin 876 hakim/savcıdan bin 192 kişi ihraç listelerine girmiş. İhraçların toplam atamalar içindeki payı ise yaklaşık yüzde 42.

AKP’nin Cemaat’le ortaklığının sona ermesinden sonraki , 2014’den 15 Temmuz 2016 darbesine kadar geçen süre ise üçüncü AKP Dönemi başlığı ile ele alınmış. Adalet Bakanı ise yine Bekir Bozdağ. AKP – Cemaat savaşının şiddetlenmesi nedeniyle bu dönemdeki yargı atamalarında Cemaat payında belli bir düşüş göze çarpıyor. Atanan 2 bin 281 Hakim-savcıdan 582’si ihraç edilmiş. Yani yaklaşık yüzde 26’sı.
AKP’nin bu üç dönemine dair toplam sayıları kıyaslamalı olarak verirsek; 1980-2002 arasındaki 23 yılda yargıdaki Cemaat kadrolaşması yaklaşık yüzde 16’iken, AKP’nin kesintisiz olarak hükümet olduğu 2003-2016 arasındaki 14 yılda ise bu oran yüzde 35 olmuş. Bu 14 yılda ataması AKP tarafından yapılan 8 bin 794 hakim-savcıdan 3 bin 29’u ihraç edilmiş. Oransal ifadesiyle toplam atamalar içinde FETÖ bağlantısı nedeniyle ihraç edilen yargı mensubu yüzde 35 olmuş.

AKP hükümetinin kendisini suçtan muaf tutmak için sığ bir kurnazlık örneğiyle, FETÖ adına yürütülen soruşturmalarda milat olarak kabul ettiği 17/25 Aralık 2013 sonrasındaki döneme ilişkin ihraç oranları bile 1980-2002 arasındaki dönem ortalamasının üzerindedir. Geçen haftaya kadar Adalet Bakanı olan Bekir Bozdağ’a ayrıca bir parantez açarak bu konuya nokta koyalım.

Bekir Bozdağ, AKP hükümetinin 14 yıllık iktidarında Adalet Bakanı olarak görev yapan 4 isimden biri. 24 Mart 2011’de Meclis’te yaptığı konuşmada Fethullah Gülen’den “Bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymet, bilge bir insandır. Herşeyi açıktır” diye bahseden Bozdağ, 9 Haziran 2012’de de “Muhterem Hoca Efendiye Antalya’dan selamlarımı iletiyorum” mesajını kişisel twitter hesabından paylaşan kişidir. 15 Şubat 2012’de de CNNTURK televizyon kanalında katıldığı bir programda, “Yargıda cemaat örgütlenmesi var mı?” sorusunu “böyle bir şey mümkün olmaz” diyerek yanıtlayan da Bekir Bozdağ’dır. Cemaat ile aralarındaki savaşın başlangıç zamanlarında, 15 Ağustos 2013’te, “Cemaat’le AKP arasında bir fitne ateşi yakmayı başaramayacaklardır” şeklindeki twitter mesajının sahibi de Bekir Bozdağ’dır.

Yargıda Cemaat’in örgütlenmesi olduğuna yönelik iddialara “mümkün değil” yanıtını vermiş olan Bekir Bozdağ’ın 2013’ten günümüze kadar uzanan bir Adalet Bakanlığı serüveni var. Bu 4 yılda 15 Temmuz darbesine gelene kadar Bozdağ, toplam 3 bin 614 hakim-savcı ataması yapmış. Yani AKP’nin 14 yıllık iktidarında gerçekleştirilen toplam 8 bin 794 atamanın yüzde 41’ini Bakan Bozdağ 4 yılda yapmış. Yargıda Cemaat örgütlenmesini mümkün görmeyen Bozdağ’ın atamasını yaptığı hakim-savcılardan bin 228’i, yani yaklaşık yüzde 34’ü FETÖ’cü oldukları iddiasıyla ihraç edilmiş. Bu sayı ve oranların bize söylediği şudur:

Bekir Bozdağ, yargının Cemaat’e teslim edilmesinin baş sorumlularından birisidir.

Ancak bizler FETÖ’cü suçlamasıyla hapsedilmişken, Bekir Bozdağ görevinin değiştirilesine karar verildiği geçen haftaya kadar Adalet Bakanı sıfatıyla Hakim-Savcılar Kurulu’nun başındaki kişi olarak, kendisi tarafından ataması yapılan yargı mensuplarının teşkilattan ihraçlarını yönetiyordu.

MİT'E SIZDILAR

15 Temmuz darbesini saatler önce haber aldığı halde kanlı kalkışmayı engelle(ye)meyen Hakan Fidan’ın müsteşarı olduğu Milli İstihbarat Teşkilatı’nda (MİT) durum ne imiş ona da bakalım.

Meclis 15 Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu’na ifade veren isimlerden birisi de bir önceki MİT Müsteşarı olan Emre Taner’di.

İfadesinde, görev yaptığı 2005-2010 yılları arasındaki dönemi kast ederek şunları söyledi emekli Müsteşar Taner:

“Benim çalıştığım dönemde MİT’e FETÖ’nün sızması sıfıra yakındır. İstemezseniz almazsınız. İyi incelersiniz almazsınız. Ondan sonrasını bilemem. Daha sonraki yönetim cevaplayacaktır. Şimdi, ‘70-80 kişi MİT’ten FETÖ bağlantılı diye ayrıldı’ dendiği zaman dahi yadırgamamak mümkün değildir. Geçmiş döneme ait değildir. Belki 2,3,5 kişi olabilir. Ona bir itirazımız yok. Ama son dönemde bu girmelerin daha rahat ve net olduğuna dair bir izlenim vardır. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. MİT, devlet kurumları içerisinde FETÖ anlamında ve diğer yıkıcı örgütler anlamında en temiz kalmış örgüttür.”

Cemaat’in MİT’e sızmaları konusunda açık bir biçimde Hakan Fidan’ı suçlayan eski müsteşar Taner’in, MİT’in FETÖ bağlamında “en temiz kalmış örgüt” olduğu düşüncesi ne kadar doğruyu yansıtıyor bakalım.

Meclis 15 Temmuz Komisyonu’na ifade vermeye dahi gitmeyen ya da gitmesine izin verilmeyen MİT Müsteşarı Hakan Fidan, talep üzerine, MİT’teki FETÖ bağlantılı personelle ilgili bir rapor gönderdi. Cemaat kumpasıyla, Ergenekoncu olduğumuz yalanıyla tutuklanıp birlikte hapsedildiğim “eski örgüt arkadaşım” gazeteci Müyesser Yıldız, Oda TV isimli haber portalında bu raporun içeriğini anlatmış.

MİT’in raporuna göre; 17 Aralık 2013’ten 15 Temmuz 2016’ya kadar olan 2,5 yıllık dönemde 181, darbe kalkışmasından sonraysa 377 personel hakkında işlem yapılmış. Yani, “devletin temiz kaldığı” iddia edilen kurumunda toplam 558 personelin FETÖ bağlantısı tespit edilmiş. Bunlardan 167’si kamu görevinden çıkarılmış. Sözleşme feshi ya da istifa gibi nedenlerle de 70’inin teşkilatla ilişiği kesilmiş. TSK/Emniyet personeli olan 272’sinin geçici görevlendirilmesi de sonlandırılmış. Toplamda 509 MİT personelinin teşkilatla ilişiği kesilmiş, kalan 49 personelle ilgili çeşitli işlemler sürerken, 5 kişinin de göreve iade edildiği belirtilmiş. Bahsedilen 558 personelden kaçının, Hakan Fidan’ın müsteşar olarak atandığı 2010’dan sonra MİT’te göreve başlayıp başlamadığına ilişkin bir bilgi yok. Ancak, eski müsteşar Emre Taner’in, Cemaat’in MİT’e yönelik sızmalarıyla ilgili halefi, müsteşar Hakan Fidan’ı suçladığını bir kez daha anımsatalım.

Hakan Fidan’a yönelik suçlama ya da kuşkularını dile getiren sadece eski müsteşar da değil. Başbakan Binali Yıldırım da kuşkularını dile getirenlerden biri.

Anlatalım...

İhbarcı Binbaşı O.K.’nin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturmada verdiği ifadesinde, 15 Temmuz 2016 günü saat 14:00’de MİT’e giderek darbe yapılacağını söylediğini artık hepimiz biliyoruz. Ancak MİT Müsteşarı Hakan Fidan, yapılan ihbarın darbe kalkışması olmadığını ısrarla söylemeye devam ediyor. Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar da, Müsteşar’ın karargaha gelerek, MİT’e bir hava operasyonu yapılarak kendisinin kaçırılmasına yönelik bir plandan bahsettiğini söyleyerek Hakan Fidan’ı doğrulayan bir ifade vermişti. Orgeneral Akar, her ne kadar “Daha büyük bir planın parçası olduğunu değerlendirdik” dese de, MİT’e ihbar yapılmasından yaklaşık 7 saat sonra tanklar sokağa indi. Savaş jetleri Meclis’i bombaladı. Her ne kadar başarısız kılınmış olsa da 250 kişi darbecilerce katledildi. Çünkü, savaş helikopterleriyle MİT’e askeri operasyon düzenlenip Müsteşar Hakan Fidan’ın kaçırılmak istendiği planın, bir darbe kalkışmasının parçası olduğunu anlamamışlar.

Ya da bizi inandırmak istedikleri bu.

Şimdi biz bunları, kuşkularımızı söyleyip, yazdığımız için hapisteyiz. Ama böyle bir planı, bir darbe kalkışmasının parçası olduğunu anlayabilecek kapasitede olmadıklarını itiraf edenler, orduyu ve MİT’i yönetmeye devam ediyor.

Darbe kalkışması başladıktan sonra birkaç saat süreyle, Hakan Fidan’a kimsenin ulaşamadığını biliyoruz. Üstelik, Müsteşar Fidan’ın ne Başbakan Binali Yıldırım’ı ne de kendisine “Sır Küpüm” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı darbe ihtimaline karşı neden bilgilendirmediği de sırrını koruyor.

2 Ağustos 2016 gecesi, CNNTürk ve Kanal-D televizyon kanallarının ortak yayınına konuk olan Başbakan Binali Yıldırım, “MİT Müsteşarına bana neden haber vermediğini sordum. ‘Başbakanın, Cumhurbaşkanının haberi yok. Nasıl olur? dedim.’ Genelkurmay Başkanına söylemeniz doğal ama Başbakana da söylemeniz gerekirdi’ dedim. Cevap veremedi” demişti. Yani Başbakan da darbe kalkışmasında MİT’in sadece istihbarat zaafiyeti yaşamadığının altını çiziyordu.

Başbakan da Yıldırım, kalkışmadan 1 yıl sonra, kendisiyle yapılan söyleşide kuşkularımızı arttıran bir bilgiyi satır aralarına sıkıştırıyordu. Hürriyet gazetesinin “15 Temmuz Yıldönümü” ekinde Fikret Bila’nın Başbakan Yıldırım’la yapılmış bir söyleşisi yayımlandı. Söyleşide Yıldırım, Ankara ve İstanbul emniyetiyle yapmış olduğu görüşmeler sonunda 15 Temmuz’da bir darbe kalkışmasıyla karşı karşıya oldukları kanaatine ulaştığını anlatıyor. MİT Müsteşarı Fidan’la kalkışma başladıktan 2 saat sonra 22.30 – 23.00 arasında iletişim kurabildiğini belirten Yıldırım şöyle devam ediyor:
“Bilgiler bize intikal etmedi, ne bana ne de Cumhurbaşkanına. Müsteşar da (Hakan Fidan) o anda söylemedi. O anda darbeyle ilgili de bir şey söylemedi. Ben kendisine sordum, ‘Darbe oluyor, ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Yok’ dedi. ‘Bir şey yok, normal. Biz çalışıyoruz’ dedi bana. Oradaki iş farklı bir şey”

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Başbakan Yıldırım’a “Bir şey yok, Normal” dediği saatlerde neler olmuş ya da neler oluyormuş bir anımsayalım.

Saat 21:00: Darbeciler Genelkurmay Karargahını ele geçirerek komutanları esir almışlar. Kendilerine direnenlerle de çatışmaya başladıkları için silah sesleri duyulmaya başlamış.

Saat 22:00: Genelkurmay karargahında silah sesleri duyuldu ve helikopter dışarıda bulunanların üzerine ateş açtı.

Saat 22:05: Genelkurmay başkanının uçuş yasağı emrine rağmen, Ankara’da savaş jetleri ses duvarını aşarak uçuş yapmaya başlamışlar.

Saat 22:28: İstanbul’da tanklar, Boğaz Köprülerini kapatmış.

Saat 22:35: İstanbul Atatürk ve Sabiha Gökçen Havalimanları darbeciler tarafından işgal edilmiş.

Tüm bu gelişmeler ilk önce sosyal medyadan, kısa süre sonra da ulusal yayın yapan televizyon kanalları tarafından duyurulmaya başlanmış. Başbakan Yıldırım’ın, Müsteşar Fidan’la konuştuğunu söylediği saatlerden kısa bir süre sonra da, 23:00’de MİT’in Ankara Yenimahalle’de bulunan genel merkezine savaş helikopterleriyle saldırı düzenlendiğini de belirtelim. Ama Hakan Fidan’ın, Başbakana söylediğine göre ise “bir şey yok, normal”

EMNİYETTEKİ FETÖ'CÜ POLİS SAYISI İHRAÇ EDİLENLERİN ÇOK ÜZERİNDE

Başbakanın da dediği gibi “Oradaki iş farklı bir şey” gerçekten de. Ve o farklı şeyin ne olduğu sorusunun yanıtını aramaya devam edeceğiz. Çünkü, canlarını ortaya koyarak bir darbeyi engellemeye çalışanların yaslı aileleri başta olmak üzere herkesin gerçekleri bilmeye hakkı var.

Gülen Cemaati’nin devlet içindeki kalelerinden biri de, kuşku yok ki polis teşkilatı. Cemaat mensubu polislerin Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargah, KCK, Şike, Oda TV ve benzer bir çok kumpas soruşturma ve davalarındaki ortaya çıkan rolleri bu iddiamızın tek başına kanıtı.

15 Temmuz sonrasında 13 binden fazla polis FETÖ bağlantısı iddiasıyla meslekten atıldı. Büyük çoğunluğu tutuklandı. Ancak, Emniyet Teşkilatı’ndaki cemaat mensubu polis sayısının, bu rakamın çok daha üzerinde olduğunu belirtmek gerek.

Cemaat’in Polis teşkilatındaki örgütlenmesi 1980’li yılların başına kadar uzanıyor. Dolayısıyla bundan sadece AKP iktidarı sorumlu değil. Ancak AKP iktidarı döneminde ortaya çıkan, polis adaylarının girdiği sınavlarda kopya çekilmesi ya da soruların sınavdan önce Cemaat’in dershanelerine sızdırılması olaylarına yönelik etkin soruşturma yapmamaları, eleştirileri kulak arkası etmeleri kendilerini tek başına sorumlu kılıyor.

Birkaç örnekle açıklayalım:

-26 Ağustos 2007’de yapılan ve Türkiye genelinde 71 binden fazla adayın katıldığı polislik sınavı sorularının önceden çalındığı ortaya çıktı. Konunun medyaya yansımasından sonra sınavda kopya çekildiği, Cemaat kast edilerek, soruların önceden belli gruplara verildiği iddiaları ortaya atıldı. Dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, sınav sorularının önceden bazı kişilerce bilinmesi veya sınava giren adaylara verilmesinin mümkün olmadığını iddia etti.

-Beşir Atalay’ın iddialı açıklaması 8 ay sonra çürüdü. 13 Eylül 2009’da yapılan Polis Meslek Yüksek Okulu sınavı soruları, sınavdan birkaç gün önce Cemaat’e ait FEM Dershaneleri’ne sızdırılmış ve bazı öğrencilere yanıtlarıyla birlikte dağıtılmıştı. Konu medyaya yansıyınca 60 binden fazla adayın girdiği sınav iptal edildi.

-Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ara kademe amir açığını kapatmak için 5 Mart 2012’de yaptığı ve 50 binden fazla polisin katıldığı sınavda kopya çekildiği belirlendi. Kazanan adayların 68’inin akraba olduğu belirlenen sınavda Cemaat’in teşkilat içinde en güçlü olduğu personel, istihbarat ve kaçakçılık birimleri ile Başbakanlık Koruma Müdürlüğü ve Bakanlık Özel Kalem Müdürlüklerinde çalışan 485 kişinin 85-90 aralığında puan aldıkları belirlendi. 2011’de yapılan aynı sınavda da kazanan adayların tümünün hatalı olduğu mahkeme kararıyla tescillenen 19 soruya doğru yanıt verdikleri ortaya çıktı.

1980’lerde polis okullarına girenler arasında örgütlerine eleman devşiren Cemaat, AKP iktidarı dönemindeyse önceden çaldıkları sınav sorularıyla kendi elemanlarını doğrudan Emniyet Teşkilatı’na sokuyordu. Sınavların yapıldığı dönemde şikayet konusu olan, medyada haberleştirilen bu olaylarla ilgili AKP hükümeti eleştirileri kulak arkası etmeyi tercih etti. Cemaat’in kendilerini hedaf aldığı 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarından sonraysa bu sınavlarla ilgili adli ve idari soruşturmalar açıldı.

Darbe kalkışmasına girişip kendi halkına silah sıkan ordu ile yargı, Polis Teşkilatı ve MİT’teki durum ve AKP hükümetlerinin sorumluluğuna dair buzdağının görünen yüzünde var olanların özeti böyle.

Şurası kesin ki, Gülen Cemaati AKP iktidarda bulunduğu 14 yıl boyunca herhangi bir engelle karşılaşmadan nihai hedefine doğru yol almaya devam etmiştir. Hatta AKP’ye dönük niyetlerini de açık eden 7 Şubat 2012’deki MİT soruşturması ve 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonlarına rağmen caydırıcı bir engelle karşılaşmak bir yana, sistem içindeki kazanımlarını koruyup, büyütmeye devam etmiştir. Büyüyen tehlikeyi görerek AKP’yi eleştiren ve uyaranlara hükümetin verdiği yanıtların toplamını tek bir alıntıyla özetlemek mümkün. Dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, 20 Şubat 2012’de NTV kanalındaki mülakatında, Cemaatin devlet içindeki örgütlü gücüne yönelik eleştirilere şöyle yanıt vermişti: “Cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış diyorlar. Bunlar kargaları güldürür. Bu paranoyaları bir yana bırakalım.”

"HERKESİN CEMAATE BİAT ETTİĞİ DÖNEMDE KİTABIMIN ADI 'İMAMIN ORDUSU' İDİ"

Anımsatmadan geçmek istemediğim bir anekdot daha var. 2011 yılı Gülen Cemaati’nin gücünün doruğunda olduğu zamanlardı. AKP iktidarı mensuplarının, medyanın büyük çoğunluğunun, şimdilerde en cevval FETÖ düşmanı olduğunu kanıtlama çabasıyla herkesi tutuklayan yargı mensuplarının ezici çoğunluğu, ne Fethullah Gülen’den ne de Cemaat’inden adıyla dahi bahsedemiyorlardı. Korkuyorlardı. Şimdi Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’ye yaptıkları gibi o dönemde de devletin kudretli gücü Cemaat’e menfaatleri gereği biat ediyorlardı. O zaman da, Cemaat kumpasıyla tutuklananlar arasındaydım. Nedeni ise bugün olduğu gibi yine bir mesleki faaliyetti. Cemaat’in polis ve yargıdaki örgütlü çetesinin, Ergenekon sürecindeki soruşturma ve davalardaki rolünü irdelemek niyetinde olan bir kitap çalışması yapıyordum. Herkesin Cemaat’ten korktuğu, biat ettiği, adını bile anamadığı o dönemde kitabımın adı “İmamın Ordusu” idi.

Recep Tayyip Erdoğan ise dönemin başbakanıydı. Ve “Bazı kitaplar bombadan tehlikelidir” diyordu. Hapiste tutulan gazeteciler için, şimdi de sıkça yaptığı gibi o zaman da, “Gazeteci değil, Teröristler” diyordu. Elbette böyle bir beklentimiz yok ama Erdoğan kitaplarla, yazarlarıyla, gazetecilerle arasındaki ilişkiyi kriminal düzeyde tutmak yerine okuyup, dinleyip, anlamaya çalışsaydı, kuvvetle muhtemel bugün hiçbirimiz burada olmayacaktık. Dahası Erdoğan okuyan birisi olsaydı, Salvador Allende’nin Şili’nin Faşist cuntacılarına söylediği; “Tarih bizden yana ve tarihi haklılar yazar” sözünden de haberdar olacaktı.

"SÖYLEDİKLERİM SAVUNMA DEĞİL, AKSİNE İTHAMDIR"

Evet, tarih bir kez daha bizden yana. Dolayısıyla ne Cumhuriyet Gazetesi’nden bir illegal örgüt ne de bizlerden terörist çıkaramayacaksınız.

Buraya kadar anlattıklarımdan anlamışsınızdır. Söylediklerim savunma veya ifade değil. Aksine ithamdır. Çünkü;

Bu siyasi operasyonun kanuni kılıfını hazırlayan metnin başında “iddianame” yazması, çöp muamelesi yapılması gereken bu utanç vesikasını hukuki kılmıyor. Tıpkı, öncesi ve sonrasıyla bu siyasi operasyonda görev ve rol üstlenen kimi kişilerin adlarının önünde hâkim – savcı yazmasının kendilerini hukukçu kılmadığı gibi.

Bizlere yönelik bu operasyon; düşünce ve ifade hürriyetini, basın özgürlüğünü hedef alan bir pogromdan başka bir şey değildir. Ve kimi yargı mensupları da bu pogromun linççileri olma görevini üstlenmişlerdir.

Gelişmiş demokrasilerde yargı, hukukun evrensel normlarıyla hareket eder. Adaleti sağlamakla görevli denetleyici bir güçtür. Ancak Türkiye’de yargının kimi mensupları, bizatihi adaletin mezar kazıcıları olmuşlardır. Demokrasinin denetleyici bağlarından koparılmış bir sistem inşa etme peşindeki diktatörlük heveslilerinin iktidarda olduğu bir ülkede, siyasi ve entellektüel bir sefalet içinde kıvranan yargının bu hali elbette şaşırtıcı değil.

Hukuktan; hak, adalet, vicdan ve liyakati çıkardığınızda geriye kalan ne ise, Türkiye yargısı şu an odur. Yaşadığımız tecrübelerden yola çıkarak gayet iyi biliyoruz ki hak, adalet, hukuk, insanlık çağrıları size ulaşmıyor. Dolayısıyla, hiç bir talebim de olmayacak. Ancak, sizi bir zırh gibi kuşatan üzerlerinizdeki cüppelerin, insan hayatından ve özgürlüğünden yapılmış olduğunu söylemekle yetineceğim.

"CUMHURİYET GAZETESİ'NDE ARADIĞINIZ ÖRGÜT, SİYASİ PARTİ KILIĞINDA ÜLKEYİ YÖNETİYOR"

Cumhuriyet Gazetesi’nde aradığınız örgüt, siyasi parti kılığında ülkeyi yönetiyor. Sahibinin sesi olmuş medyası da bu organize kötülük örgütünün yalanlarını gerçekmiş gibi sunuyor. Suçlarını perdeleyip, kötülüğün yaygınlaşıp sıradanlaşması görevini yerine getiriyor. Yani örgüt propagandası yapıyor.

Çünkü en bilinen hakikat tüm çarpıklığıyla bir kez daha karşımızda duruyor: Suç dünyanın en güçlü zamkıdır.

Siyasi iktidar, bürokrasi, yargı, talancı sermaye ve sahibinin sesi olmuş medyayı birbirine yapıştıran da bu zamktır.

Bu kirli düzen, bu suç hanedanlığı hep sürecek zannedenler yanılıyorlar. Tarihin sayfalarını karartan tüm diktatörlüklerde olduğu gibi, kinlerinin ve hırslarının doymak bilmez açlığıyla yol almaya çalışanlar her zaman kendi sonunu hazırlar. Taşlarını kendi döşedikleri cehennemlerine vardıklarındaysa o görkemli küstahlıktan, akılları kör eden kibirden eser kalmaz.

Kimsenin kuşkusu olmasın, tüm kişi ve kurumlarıyla organize kötülük örgütünün bu ablukası da dağıtılacak.

Çünkü bu ülkede;

- Demokrasi düşmanlarına inat, kalıcı ve yaygın bir demokrasi için mücadele edenler var.
- Hukuku katledenlere inat, hukukun üstünlüğünü savunmaya devam edenler var.
- Menfaat düzenlerini sürdürmek için savaşı ve ölümü kutsayanlara inat, barışı ve yaşamı esas kılmaya çalışanlar var.
- Çocukları katledenlere, pedofilleri koruyanlara inat çocukların düşlerini gerçek kılmak için çabalayanlar var.
- Ve hakikati boğmak isteyenlere inat gazetecilik yapmaya devam edenler var.
Gazetecilik faaliyetlerimin suç olarak gösterilmeye çalışıldığı bir operasyona karşı söyleyeceklerim bundan ibarettir. Ve hiçbir şekilde savunma değildir. Ki bunu gazeteciliğe ve mesleğimin etik değerlerine hakaret sayarım.

Çünkü gazetecilik suç değildir.

KIZIMA BIRAKACAĞIM BU MİRASTAN GURUR DUYUYORUM

Gazetecilik faaliyetlerini suçlama konusu yapmak, totaliter rejimlerin ortak özelliğidir. Tecrübemle biliyorum ki mesleki faaliyetlerim nedeniyle her siyasal iktidarın ve her dönemin yargısının “kötüsü – suçlusu” olmayı başardım. Kızıma bırakacağım bu mirastan gurur duyuyorum.

Biliyorum, bu iktidarın da, yargısının da benimle ilgili sorunları var. Çünkü gazetecilik yapmaya çalışıyorum. Bugün, Türkiye’de yaygın bir şekilde olduğu gibi siyasal iktidara, çeşitli güç odaklarına değil hakikatin gücüne sırtımı dayayarak gazetecilik yapıyorum.

Çünkü, Türkiye gibi demokrasiyle sıkı bağlar kuramamış ve giderek daha da totaliterleşen rejimlerde gazetecilik yapmak demenin çizgiyi aşmak demektir. Ve gazetecilik hizaya gelerek yapılmaz. Hizaya gelerek yapılanın adına da gazetecilik denmez. Eğer icazetle yazıp söylersen, onursuzluğun acizliğiyle ezilirsin.

Bu yüzden söyleyeceğim o ki, dün gazeteciydim. Bugün gazeteciyim. Yarın da gazetecilik yapmaya devam edeceğim. Yani hakikati boğmak isteyenlerle aramızdaki bu uzlaşmaz çelişki hiç bitmeyecek.

KAHROLSUN İSTİBDAT, YAŞASIN HÜRRİYET


Bu karanlık günlerde ihtiyacımız olan daha fazla hakikat kaybı değil. Her şeyden çok ve daha fazla gerçeklere ihtiyacımız var. Bu yüzden hakikate kendimden daha fazla saygı duymaya da, inkarcı biat kadrolarına dahil olmayı reddetmeye de devam edeceğim.

Bunun için bir bedel ödemek gerektiği ortada. Ama sanmayın ki bu bizi korkutuyor. Ne ben, ne de dostları olmaktan onur duyduğum “Dışarıdaki Gazeteciler”, her kim olursanız olun hiç birinizden korkmuyoruz. Çünkü zorbaları en çok korkutanın cesaret olduğunu biliyoruz.

Ve zorbalar da şunu bilsin ki, hiçbir zalimlik, tarihin akışını engelleyemez.

Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!

Referans
Bursa Barış Manço Kültür Merkezi’nden 2004 sayılı sandık bir polis ekip aracına koymaya çalışırken HDP’li müşahitler tarafından yakalandı. 2304 ve 2305 sayılı sandıklar ise hakim karşısına çıkarılacağı gerekçesiyle polis aracına bindirilmeye çalışıldı. Müşahitler konunun üzerine gittiğinde böyle bir şey olmadığı ortaya çıktı. 2 sandık tekrar geri getirildi.

KesinBilgi16

HDP mitingine bombayı koyan IŞİD'li terörist çıktı

Diyarbakır’da 3 kişinin hayatını kaybettiği 402 kişinin yaralandığı HDP mitingindeki bombalı saldırıyı cihadçı terör örgütü IŞİD’in yaptığı ortaya çıktı.
Saldırıyla ilgili soruşturma devam ederken Gaziantep polisi önemli bilgilere ulaştı. Bombaları patlatan kişinin Adıyaman nüfusuna kayıtlı Orhan G. olduğu, uzun süredir Suriye’de IŞİD saflarında savaştığı ve 2 Haziran’da saldırı için Diyarbakır’a geldiği ortaya çıktı.

Seyyar satıcıya bombayı verdi


Zaman gazetesinden İsmail Avcı'nın haberine göre, dün yakalanarak Diyarbakır’a getirilen Adıyaman nüfusuna kayıtlı Orhan G.’nin Suriye’deki IŞİD kamplarında eğitim gördüğü ve uzun zamandır IŞİD saflarında savaştığı öğrenildi. Orhan G.’nin HDP mitingini kana bulamak için 2 Haziran akşamı Diyarbakır’a geldiği tespit edildi. Diyarbakır’a geldikten sonra iki tane yeni telefon hattı aldığı belirlenen terörist Orhan G.’nin daha sonra saçlarını kazıtıp gözlük taktığı öğrenildi.

Diyarbakır’da bir otelde kalan IŞİD üyesi Orhan G.’nin miting günü saat 11.00 sularında otelden ayrıldığı ve daha sonra mitingin yapılacağı İstasyon Meydanı’na geldiği ortaya çıktı. Meydana geldiğinde saat 11.00-13.00 arasında vatandaşların üst araması yapılmadan meydana girdiğini gören zanlının da elindeki bombayla alana girdiği belirtildi. Terör örgütü mensubu Orhan G., meydanda yine üst araması yapılmayan bir seyyar satıcıyla muhabbet ettiği belirtildi. Failin yaklaşık iki saat görüştüğü seyyar satıcıya, içinde bomba olan poşeti verdiği ve poşetin içinde uyuşturucu olduğunu belirttiği kaydedildi.

Polis takibindeydi


Bombasının seyyar satıcıya, “Poşette uyuşturucu var, sende dursun. Mitingden sonra alırım” diyerek bir süre daha alanda kaldığı ve seyyar satıcıdan uzaklaştığı tespit edildi. Patlamadan sonra çalışma yapan Diyarbakır Emniyeti, hiçbir bulguya rastlamazken zanlının kimliğini Gaziantep Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürlüğü belirledi.
Edinilen bilgiye göre, Diyarbakır’daki bombayı patlayan IŞİD üyesi Orhan G., olaydan hemen sonra Gaziantep polisinin IŞİD’le irtibatından dolayı dinlediği İ.B isimli bir kişiyi aradı. Zanlının telefonda İ.B.’ye “Hemen çıkmam gerekiyor” dediği tespit edildi. Bunun üzerine şüphelenen ve çalışmasını yoğunlaştıran Gaziantep polisi zanlının bir iki telefon görüşmesine daha deşifre ederek operasyon başlattı. Polisin bir süre bekledikten sonra bombalama olayının zanlının, dinlemekte oldukları kişiyle görüştüğü sırada evine baskın düzenledi. Gözaltına alınarak Diyarbakır’a getirilen Orhan G.’nin Gaziantep’e vardığı ve buradan yine Suriye’ye geçmeye çalıştığı öğrenildi.

Muhalefet


Diyarbakır'da HDP mitinginde iki patlama

Diyarbakır'da HDP mitinginin yapıldığı alanda iki ayrı patlama oldu. İstasyon Meydanı'ndaki patlamanın ardından yaralanan yaklaşık 20 kişi hastanelere kaldırıldı. Yaralılardan birinin durumunun ağır olduğu bildirildi. Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, ilk patlamanın küçük olduğunu ve önemsenmediğini ancak, trafonun yanındaki patlamanın yaralanmalara neden olduğunu söyledi. Başbakan Davutoğlu, "Trafo patlaması mı, suikast mi, arkasında ne varsa ortaya çıkaracağız" dedi. Sağduyu çağrısı yapan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise "Bunların hepsi, HDP'yi baraj altında bırakmaya çalışan kirli provokasyonlardır. Amaç alanda patlama yapıp çatışmaları tüm kente yaymaktı" dedi. Demirtaş, tansiyonu daha da yükseltmemek için polisin kitleye müdahale etmemesini de istedi. Patlama nedeniyle miting iptal edildi.

Diyarbakır 'da HDP mitinginin yapıldığı alanda iki ayrı patlama meydana geldi. İstasyon Meydanı'ndaki patlamalarda, yaklaşık 20 kişi yaralandı. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, yaralananlardan bazılarının ayaklarının koptuğunu ve durumu ağır olanlar olduğunu açıkladı.

İdris Baluken'in konuşmasının hemen ardından meydana gelen patlama nedeniyle miting iptal edilirken, kalabalığın bir bölümü alanda beklemeye devam etti.

PARÇA TESİRLİ BOMBA İDDİASI


Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, iki ayrı noktada 2 patlama olduğunu duyurdu.

Elçi, ilk patlamanın küçük olduğunu ve önemsenmediğini ancak, trafonun yanındaki patlamanın yaralanmalara neden olduğunu söyledi. Yerel kaynaklar, ikinci patlamaya, çöp bidonuna bırakılan parça tesirli bombanın neden olduğunu öne sürdü.

DAVUTOĞLU: TRAFO MU, SUİKAST Mİ ORTAYA ÇIKARACAĞIZ


Başbakan Ahmet Davutoğlu, patlamaya ilişkin ilk açıklamasında, "Provokasyonlara karşı dimdik durmalıyız. Trafo patlaması mı, suikast mi, gerçeği ortaya çıkaracağız. Kaza olup olmadığı belli değil ama ortaya çıkacak" dedi.

DEMİRTAŞ: KİRLİ PROVOKASYON


HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise patlamanın, miting alanından konuşma yapmak üzere aracından çıkmak üzere olduğu sırada meydana geldiğini söyledi. Provokasyonlara karşı sağduyu çağrısı yapan Demirtaş, ilk açıklamasında şunları söyledi:

Bunların hepsi, HDP’yi baraj altında bırakmaya çalışan kirli provokasyonlardır. Bu seçimi yapacağız, bu barajı aşacağız.

Provokasyonların ardı arkası kesilmiyor. Bunların hepsi HDP’yi baraj altında bırakmaya çalışan kirli provokasyonlardır.

DEMİRTAŞ: AMAÇ ÇATIŞMAYI TÜM KENTE YAYMAKTI


Amaç alanda patlama yapıp çatışmaları tüm kente yaymaktı. Herkes sağduyulu olmalı. Tüm arkadaşlar sokaklardan çekilsin, Diyarbakır il binası önünde buluşalım. Arkadaşlarımız çok dikkatli olsunlar, hiç bir provokasyon yaşanmasın, tahrik etmek isteyenler olabilir.

Bu barajı aşacağız. Demokratik hakkımızı sandıkta kullanacağız.


Polis, İstasyon Meydanı'na toplanan kalabalığı dağıtmak için gaz bombalarıyla müdahalede bulundu.

Bu video Adobe Flash Player'ın son sürümünü gerektirmektedir.

Adobe Flash Player'ın son sürümünü indirin.

   Radikal

HDP'nin Diyarbakır'da İstasyon Meydanı'nda düzenlediği mitingin alanında art arda iki patlama meydana geldi. Dicle Haber Ajansı'nın (DİHA) haberine göre patlamalardan ilki miting alanının Ofis kolunda meydana gelirken, hemen ardından ikinci patlama ise miting alanına yerleştirilen seyyar el arabasında gerçekleşti. Olayın ardından yapılan ilk açıklamalarda ise patlamaların "trafodan kaynaklanabileceği" öne sürülmüştü. Patlamanın trafonun önünde bulunan bir paketten meydana gelmiş olabileceği yönünde de iddialar var. BirGün'e konuşan Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi de, kendilerine iki patlamanın olduğuna dair bilgiler ulaştığını söyledi. HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş'ın konuşmasını yapmadan hemen önce gerçekleşen patlamaların, alanda büyük bir kalabalığın bulunduğu anda meydana geldiği ifade edildi. Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu ise "yaklaşık 50" yaralı olduğunu açıkladı. Mitingde yapılan anonslarla yaralı yurttaşlara yardım için ambulanslarının önünün açılması istendi. Patlamaların ardından binlerce kişi alandaki bekleyişlerini bir süre daha sürdürdü.

YARALILARDA 'SAÇMA VE BARUT' İZLERİ

ANF'nin geçtiği habere göre, patlama yerinden elde edilen fotoğraflarda patlayıcının içine demir bilye yerleştirildiği belirtildi. Hastane yetkilileri, yaralıların vücudunda saçma izine rastlandığını ifade etti. Patlamada yaralanıp Selahattin Eyyübi Devlet Hastanesi ile Gazi Yaşargil Eğitim Araştırma Hastanelerine kaldırılanların vücutlarında saçma izine rastlayan yara izleri görülürken, yaralılarda barut izleri de tespit edildi. Şu ana kadar hastaneye kaldırılan yarıların ayaklarından yaralandıkları öğrenilirken, hastaneler yeni yaralılar için acil servislerde yer açmaya başladı.

POLİS SALDIRDI

Patlamaların ardından AKP'nin polisi, yaralıları ambülanslara yetiştirmeye çalışan yurttaşlara herhangi bir uyarı yapmadan gaz bombaları ve tazyikli suyla saldırdı. Demirtaş, Twitter'dan yaptığı paylaşımda barışın kazanacağını ve sağduyunun elden bırakılmaması gerektiğini belirtti.

DEMİRTAŞ: 30 METRE UZAĞINDAYDIM, PATLAMA ETKİLİYDİ

Demirtaş ise CNNTürk'e verdiği demeçte patlama anında olay yerinin sadece 30 metre uzağında bulunduğunu ve renkli bir seçim kampanyasının böylesine bir olayla sonlanmasının düşündürücü olduğunu söyleyerek, "Bizim bu ülkede en çok barışa ihtiyacımız var. Umarım hepimizi tatmin edecek bir soruşturma yapılır" dedi. Etkili bir patlama olduğunu söyleyen Demirtaş, "Ayakları kopanlar oldu, ağır yaralılar var. Ben inanıyorum ki barışseverlerin duası bizimledir. HDP bu tuzaklara düşmeyecek. HDP gerilim yaratmak isteyen odaklara alet olmayacak. Hiçbir parti ya da seçmen düşmanımız değildir" ifadelerini kullandı. Demirtaş ayrıca yapılan anonslarla izdiham ve paniği de engellediklerini anlatırken, sağduyu çağrısında bulundu. Birgün

Piknik tüpünün içine yerleştirilmiş bomba çıktı

Olay yerinde yapılan ilk incelemede delil niteliğinde olan metal parçalar savcıların gözetiminde toplanarak incelemeye alındı. Güvenlik güçlerinin olay yerinde yaptığı ilk incelemede bombanın piknik tüpünün içine yerleştirilmiş bir düzenek ile patlatıldığı tespit edildi. Yetkililer, patlayan tüpün içinde yüzlerce metal bilye bulunduğunu ve güçlendirilmiş bir patlayıcı madde kullanıldığını söyledi. Olay yerinde inceleme yapan uzmanlar patlamanın olduğu bölgeye saçılmış halde bulunan 100’den fazla metal bilye ve patlayan tüpün parçalarını incelemek üzere kriminal laboratuvara götürdü. Güvenlik güçleri olayla ilgili şu ana kadar herhangi bir şüpheli tespit edemezken, terör ve istihbarat uzmanlarının bölgedeki tüm MOBESE kayıtlarını incelemeye başladığı belirtildi.

PARMAK İZLERİ TESPİT EDİLDİ

Olay yeri inceleme uzmanlarının patlayan tüpün parçaları üzerinde bazı parmak izleri tespit ettiği belirtildi. İkinci patlamanın yaşandığı yerde bir adet parçalanmış cep telefonu ve batarya bulan uzmanlar, telefonun patlamada kullanılmış olma ihtimalini araştırıyor. Yetkililer, patlamada 150’den fazla yaralı bulunduğunu ve 20’sinin sağlık durumunun ciddiyetini koruduğunu belirtti. 23 yaralının ameliyatının tamamlandığını söyleyen yetkililer, yaralıların bir kısmının vücudundan metal bilyeler çıktığını bildirdi. DHA





#AmeddeProvakasyonTakipçimizden:Elektrik elektronik mühendisiyim söz konusu patlamanin olduğu yer trafo deil... Posted by Ötekilerin Postası on Friday, 5 June 2015

Diyarbakır'da 1. bomba ve 2. bombanın patlama anları miting alanındaki bir vatandaş tarafından böyle görüntülendi. Posted by Behind The Barricade on Friday, 5 June 2015

#AmeddePurovakasyonİstasyon meydanındaki patlamadan sonra alandan uzaklaşan kitleye toma ve cevik kuvvet saldırıyor.Gönüllü Muhabir Posted by Ötekilerin Postası on Friday, 5 June 2015










Yükseköğretim Kurulu (YÖK), 5 devlet üniversitesinde yapılan seçimle belirlenen 6 aday arasından, Yükseköğretim Genel Kurulu'nda yapılan seçim sonucunda belirlenen 3 adayın sırayla Cumhurbaşkanlığı'na iletildiğini açıkladı. İstanbul Üniversitesi'nde yapılan rektörlük seçiminde Prof. Dr. Raşit Tükel 1202 oyla birinci, Prof. Dr. Mahmut Ak ise 908 oyla ikinci yer sırada yer almıştı. Yükseköğretim Genel Kurulu ise seçimlerde ikinci olan Prof. Dr. Mahmut Ak'ı birinci sıradaki aday, birinci olan Prof. Dr. Raşit Tükel'i ise ikinci sıradaki aday olarak göstermesi dikkat çekti. Alınan kararın gerekçesi ise açıklanmadı.

Yükseköğretim Kurulu'ndan (YÖK) yapılan yazılı açıklama şöyle; Yükseköğretim Genel Kurulu 2015 yılının 4. toplantısını yapmak üzere 19 Mart 2015 tarihinde toplanmış; çeşitli komisyonlar tarafından hazırlanan raporların yanı sıra aşağıdaki gündem maddelerini görüşerek karara bağlamıştır. 5 devlet üniversitesinde yapılan seçimle belirlenen altı aday arasından, Yükseköğretim Genel Kurulunda yapılan seçim sonucunda belirlenen üç adayın aşağıdaki sırayla Cumhurbaşkanlığı makamına arzına karar verilmiştir.”

İstanbul Üniversitesi'nde yapılan rektörlük seçiminde açık ara birinci olan Raşit Tükel, YÖK tarafından Erdoğan'a ikinci sıradan sunulunca "YÖK'ten, hangi gerekçeyle, hangi ölçütlerle bu sıralamayı yaptığını, kamuoyuna açıklamasını bekliyorum"dedi.

YÖK'ün listeyi açıklamasının ardından Al Jazeera Türk'e konuşan Prof. Dr. Raşit Tükel, "Rektörlük seçiminde açık farkla birinci olduğum için atanmamın uygun olduğunu ısrarla ifade ettim. Buna karşın, bilim insanlarının iradelerine karşın, YÖK'ten, hangi gerekçeyle, hangi ölçütlerle bu sıralamayı yaptığını, kamuoyuna açıklamasını bekliyorum. Başka da bir şey söylemek istemiyom" ifadelerini kullandı.

Referans
Babaeski Müftüsü Hoca Ali Rıza Efendi
Aslen Dağıstanlı Gürcü bir ailenin çocuğu olarak 1872 yılında Batum’un Acarây-ı Ulya kazasında doğdu. Yüzyıllardır bölgede ilmi ve fazileti ile tanınmış, bir çok alim ve hoca yetiştirmiş bir ailenin mensubu idi. Babası da yine ilmiyye mesleğinden Muhammed Coşkun Hocadır. İlk derslerini babasından aldı. Daha çocuk yaşlarından itibaren sıkı bir İslami terbiye ve ahlak ile yetiştirildi.
Tarihimize doksan üç harbi diye geçen meş’um 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında müslümanlara soykırım uygulanmaya başlanılması üzerine, ailesi ile birlikte büyük acılar yaşadı. İki ay kadar dağlarda saklanan aile, hayli meşakkatli bir yolculuktan sonra, küçük bir tekne ile Giresun’a kaçabildi.
Daha sonra 93 harbi muhacirleri için Karaağaç Nahiyesi yakınlarında iskâna açılan Abdal (Piraziz) İlçesine yerleştiler.
Ali Rıza Hoca 1897 yılında, on altı yaşında iken, kendisinden üç yaş küçük kardeşi Hasan Efendi ile birlikte, ilim tahsilinde bulunmak gayesiyle, İstanbul’a geldiler. Fatih Medresesine yerleştiler. Hasan Hoca hafızlığa çalışırken, Ali Rıza Hoca Fıkıh Usulu ve Ahkamı Şeriyye okudu.
Hocası Batum’lu Abdüllatif Efendi idi. Talebelik yaptığı senelerde; Giresun’da idam edilen Şeyh Muharrem, Ankara istiklal Mahkemesi’nde birlikte yargılandıkları İskilipli Atıf Hoca, Fatih Dersiamlarından Tahir ve Fettah Efendiler ile birlikte okudu. 1907 yılında icazet aldı.
Müftü tayin edilmek hak ve salahiyetini kazanmış iken; 5 yıl daha İstanbul’da kalarak, Gürcü Hacı Ahmet Efendi ile Tırnovalı Hacı Muhammed ve Hacı Ömer Hocalardan, Tefsir ve Hadis dersleri de aldılar. Dersiamlık hakkına sahip iken, arkadaşlarının da rızası hilafına, kadılık makamını tercih etti.
1911 tarihinde Babaeski Müftülüğü vazifesine tayin edildi. Balkan Harbi’nin çıkması üzerine vazifesine gidemedi. Fatih Medreseleri’nde hocalık yaptı, civar camilerde vaazlar verdi, ders okuttu ve bir çok talebe yetiştirdi.
Ali Rıza Hoca Babaeski’deki Müftülük vazifesine, 1914 yılı başlarında başlayabildi. Ali Rıza Hoca’nın Babaeski’deki müftülüğü 1914 yılından 1922 yılına kadar sürdü.
Birinci Dünya Harbi’nin kaybedilmesi ve Babaeski’nin de, Yunan işgali tehdidi karşısında bulunması sebebiyle, Kırklareli Valiliği tarafından izinli sayılarak İstanbul’a gönderildi. Şehir, 1919-1922 yılları arasında Yunan işgaline uğradı. Babaeskililerden oluşmuş bir heyetin İstanbul’a gelerek, yaptıkları ısrarlı geri dönmesi ricaları üzerine, onlarla birlikte 1919 yılı sonlarında, tekrar Babaeski’ye döndü. Bu işgal döneminde şehir ve civarındaki müslümanların haklarının tek koruyucusu ve savunucusu olarak kaldı. Babaeski’nin milli ordu tarafından kurtarılışından sonra, şehrin ileri gelenleri ile birlikte Divan-ı Örfi’de yargılandı ise de beraat etti. 1922 yılında tekrar İstanbul’a döndü. Fatih Medresesi’nde bir odaya yerleşti ve tekrar dersler vermeye başladı.
7.12.1925 tarihinde İstanbul’da iken “Giresunluları şapka aleyhine isyanı teşvik suçundan” tevkif edildi. Birlikte tevkif edildiği arkadaşları ile beraber Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Mahkemesi esnasında aleyhine hiç bir suç isnat edilememesine rağmen; “Geçmişte Divan-ı Örfi’de yargılandığı ve yenilik aleyhtarı olduğu” ve Giresunlu Hafız Muharremle aynı köyden olması hasebiyle, mektuplaşmasından dolayı vicdani kanaat oluştuğundan; 3 Şubat 1926 günü, arkadaşı İskilipli Atıf Hoca ile birlikte, idama mahkum edildi. 3-4 Şubat gecesi İskilipli Atıf Hoca ile birlikte TBMM’nin önünde, asılarak idam edildiler. Cesetleri, üç gün darağacında bekletildikten sonra, Cebeci civarındaki kimsesizler mezarına gömüldüler.
Ali Rıza Hoca şehid edildiğinde, 58 yaşında idi. Hiç bir siyasal parti veya dernek faaliyetlerinde de bulunmamıştı. 1922 yılında Divan-ı Örfi’de yargılanması ve beraat etmesinden başka bir sabıkası da yoktu. Üstelik o dönem suçları, daha sonra TBMM tarafından, bütün hükümleri ile birlikte affedilmiş idi.
Ancak bütün İstanbul’da hatırı sayılır ve dinlenir bir din adamı olarak, şeriattan taviz vermez tavırlarıyla, bazı kana susamışları çok rahatsız etmişti.
Ali Rıza Hoca, bütün ömrü boyunca hiç evlenmemiş, sürekli ilim ve fıkıh ile meşgul olmuştu. Bir müctehid olarak bir çok ictihadlarda bulunmuş ve son devrin önde gelen fakihlerinden idi.

Referans
Erzurumlu Şalcı Şöhret Ana
Asıl ismi Şöhret. Soyadı Kanunu 1934'te kabul edildiği için soyadı yoktu daha. Erzurumlu ve halk arasında “Şöhret Ana”, “Şalcı Bacı” gibi isimlerle tanınıyor.Yetim çocukları var bunların iaşelerini temin edebilmek için şal örüyor ve Erzurum'da bit pazarında satıyor.

Tarih 24 Kasım 1925'i gösteriyor.

Yer Erzurum Valilik önü.

Çoluk çocuk ve birtakım kışkırtıcılardan oluşan bir gurup insan 25 Ağustos 1925'te çıkarılan ve hâlâ da yürürlükte olan “Şapka Kanunu”nu protesto ediyorlar, valiliği taşa tutuyorlar.Kışkırtıcılık o kadar büyük boyutta ki maalesef istenmeyen olaylar oluyor.
Şalcı Bacı bu esnada yine pazarda çocukları için ördüğü malları satmakla meşgul ve gelip ona diyorlar ki:
“Senin çocuklar hükümeti taşa tutuyor, git onlara sahip çık!”

Kadıncağız hemen Valiliğe geliyor bakıyor ki ortalarda kimse yok.Sağa sola koşuşturuyor, çocuklarının tutuklanmış olduğunu düşünüyor.Bu arada ana yüreği dayanamayıp oradaki kamu görevlilerine, şapkalılara bağırıp çağırıyor...

Erzurum'daki bu protestolardan sonra sıkıyönetim ilan edilir.Şehrin Komutanı Tatar Hasan Paşa ve Vali'nin idam etme yetkileri vardır.Kafa kafaya verip bu işi kısa yoldan bastırmak için bazı idamlar gerçekleştirmek isterler.Sıkıyönetim ile birlikte akşam namazından gün ağarıncaya kadar sokağa çıkma yasağı getirilir. Erzurum Camileri haftalarca sabah ve yatsı namazlarında kapalı kalır. Düzinelerce insan evlerinden toplanır ve idam edilir. Yakınlarını görmek isteyenler, okkalı bir dayak yedikten sonra gönderilirler. İdam edilenler şehrin meydanlarında akşama kadar sergilenirler. Teşhir edilen mazlumlara öldükten sonra da saygı gösterilmez. Tek atlı çöp arabaları bunları alarak dini merasim yapılmadan toplu mezarlara gömerler. Ve bu idamların içerisinde bir tanesi vardır ki tarihe geçmiştir ama kara bir leke olarak.Evet tarihimizde ilk kez bir kadın idam edilmiştir.Şalcı Bacı çuvala konulup o şekilde idam edilmiştir.Suçu nedir? Sıkıyönetime göre kanuna muhalefettir ama ya aslı nedir işin?Ana yüreğinin verdiği hassasiyet ile “acaba çocuklarım kayboldu mu”, “hapse mi atıldı” gibi düşüncelerden kaynaklanan serzenişler....

Şalcı Bacı, idam kararı verildiği vakit ona son sözün nedir diye sorulmuş.Demiş ki:
“Lan kavat, kadın kısmının idam edildiği nerede görülmüştür”. Ve Jandarmalar onu asılmak üzere götürürken yöresel şivesiyle “Kadın şapka giye ki asıla?" demiş.Ve bu sözleriyle gönüllerde “Şöhret” olmuş.

Ama tarihimizde bu kara leke hep varolacak.Suçsuz bir yere kadını idam etmek...

İlk kez bir kadını idam etmek.

Şehrin Kumandanı olan Tatar Hasan Paşa şu an ki Altan Kardeşlerin dedeleri imiş.Gazeteci-Yazar Çetin Altan bir kitabında:
“Dedem Hasan Paşa çok sert bir askerdi. İsmet Paşa topçu okulunda öğrenci iken, Hasan Paşa okul müdürüydü. Sonrası ünlü komutanlar olan o dönemin öğrencileri, anlatıp dururlar Hasan Paşa'nın sertliğini. Bir şapka isyanını bastırmakla görevlendirildiği bir kentte, hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sanırsam siyasal suçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde. Kadın sehpaya çıkmadan önce "Ben bir hatun kişiyim. Şapka ile ne derdim ola ki" demiş galiba. Ben o tarihte henüz doğmamıştım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunları. Ve inanın ince sızı gibi tatsız bir burukluk kaldı içimde” şeklinde anlatıyor.

Referans


YIL 1926... Yer Erzurum... Şehirde gizli bir heyecan var... Bir kadın asılacak... Osmanlılar zamanında kadınlar idam edilmezmiş... Bir meydana bir sehpa kurulmuş... Jandarmalar kadını götürüyorlar... Kadın çarşaflı... O tarihte Anadolu'da bütün Müslüman kadınlar çarşaflıydı... Kadının suçu ne? Yeni çıkartılan Şapka Kanunu'nu tenkit etmiş...

Kadın bohçacılık yapan ve "Şalcı Bacı" adıyla tanınan bir vatandaş.İdam edilmeye götürülürken Erzurum ağzıyla "Kadın şapka giye ki asıla..." diye söyleniyor. Kadın söyleniyor, kadın sürükleniyor, kadın asılacak...

Jandarmalar ite kaka kadını sehpanın yanına götürüyor. Kara yüzlü cellat orada... Kadının boynuna yağlı ilmeği geçiriyor, ayaklarının altındaki sandalyayı çekiyor. Kadının vücudu titriyor, sallanıyor... Şalcı Bacının gırtlağından ölüm hırıltıları çıkıyor. Acaba o son dakika ve saniyelerinde Kelime-i Şehadet getirebildi mi? İnşaallah getirmiştir. Cellat kadının bacaklarından hızla çekiyor, boyun kemiğini kırıyor. Kadın ölüyor. Cesedi sehpada sabah rüzgarı ile sallanıyor. Titrek bir ezan sesi duyuluyor...

Referans


ŞALCI ŞÖHRET BACI (Hikaye)

“Kadın şapka giye ki asıla! ”

“Kasım ayının son günleri sayılır. Ne kaldı ki şunun şurasında. On, on beş gün sonra kışın koynunda bulacağız kendimizi…”

Soğuktu hava.
Kendi kendine söylenmektedir Şalcı Bacı.
Zamansız gittin, zamansız terk ettin be herif…
Allah'a isyanım yok, şikâyetim yok, ama beni yalnız bırakmamalıydın…
Maharetli elleri gibi, güçlü çenesi de çalışmaktadır Şöhret Bacı’nın.
Bir yandan da bohçasına, önceden hazırladığı şalları, çarşafları, yatak örtülerini, kenarları oyalı yazmaları, el örgülü kışlık yün çorapları, yün patikleri ne varsa sıra sıra istifleyip, renkli koca bohçasını, çaprazlama attığı düğümlerle sağ omzuna takıp her zamanki alışkanlığı ile evden çıkar.

Dik duruşlu iri, diri biridir.
Çarşafı, başından beline kadar bütün vücuduna sarmış. İşlemeli beyaz yazması, burnunun altına kadar yüzünün büyük bir kısmını kapatmış, alnındaki ve burun kenarlarından ağız kenarlarına doğru inen derin sert çizgileri bile hemen hemen görünmez olmuştu.
Soğuk yanığı esmer yüzünün açıkta kalan kısmı, kasım ayının güneşsiz öğle saatinin sert rüzgârında, ılık nefesinin serinliği ile hafif yollu pembeleşmiş gibi duruyordu.

Sanki sırtındaki yükü yük değil, bahtıydı. Çocuklarının geleceğiydi.
Kadın başına kalmasına rağmen hayata küsmemiş, hayat mücadelesini sürdürme azmi ve iradesiyle ocağının dumanını tüttürmeyi başarmıştı.
Gururluydu.
İnançlıydı.
‘Bir kapıyı kapatan Rabbimiz, başka bir kapı açar’ anlayışı ve inancını içselleştirmiş bir Anadolu kadınıydı.

Adımları sağlam, mesafesi bacaklarının uzunluğuyla paraleldi. Normal yürürken bile yanındakiler ayak uyduramazlar, yavaş gitmesini söylerlerdi Şöhret Bacı’ya.
Duramazdı, yavaşlayamazdı.
Daha çok haneye, daha çok eve, daha çok sokağa uğraması lazımdı. Ne kadar hızlı davranırsa o günkü nafakaları da o kadar verimli, o kadar fazla olacaktı. Bunu çok iyi biliyordu Şalcı Bacı.

Erzurum’un taş döşeli dar sokaklarından birindedir bugünkü kısmeti… İnsanın yüzünde soğuğunu daha çok hissettiren taş duvarlı evlerinden birinin demir tokmaklı bahçe kapısını gümbür gümbür vurur.
-Kız Fedme! ..
-Kız, anam bacım, aç hele kapıyı!
Sesi de duruşu ve yüzündeki derin çizgileri gibi serttir biraz. Erkek sesi gibi gür ve kararlıdır.
Kısa bir süre sonra koca tahta kapının bir yarısı gıcırtılarla açılır.
-Evde kimse var mı, Fedme?
-Yok, yok Şalcı Bacı, gel hele…
-Hele şu komşulara da haber ver anam. Onlar da gelsinler, hep beraber bakalım. Ben biraz burada beklerim.
-Olur mu Şalcı Bacı? Sen içeri gir, bizim kızla otur hele.
O sırada evin kapısının önünde on dört, on beş yaşlarında, örgülü siyah saçları omuzlarından sarkan Ünzile görünür.
-Gel Şalcı teyze, ben buradayım. İçeriye gel!
Aradan çok zaman geçmez, birkaç komşu daha Fadime bacının evinde toplanırlar.

Kadınlar her zamanki meraklı halleriyle açılan bohçadan çıkanları tek tek incelerler. Renklerine, boylarına bakarlar.
Rengini, desenini beğenen ihtiyacı olanı alır. Parası olan verir. Olmayan da bir dahaki gelişinde veririm der ve alacağını veresiye almış olur.
Şalcı bacının defteri aklıdır. Kime ne verdiğini yazacak defteri yoktur. Hem olsa neye yarardı ki? Okuma yazması da yoktu.
O, her şeyi hafızasına yazanlardandı.

Şalcı Bacı, gittiği her yerde hem duyduklarını anlatır, hem gördüklerini.
-Anam, duydunuz mu? Bundan sonra bütün herifler şapka giyeceklermiş. Giymeyenleri cezalandırıyorlarmış. Ya hapse gönderiyorlarmış, ya da kimselerin bilmediği başka yerlere.
Anam, millet istemiyor şapka mapka. Şapka giyince ilerlemiş olacakmışız.
Kadınlar da çarşaf marşaf giyemeyecekmiş. Yüzleri kapanmayacakmış. Anam bacım, Erzurum’un soğuk kış günlerinde herkes başını gözünü örter. Ey, kadınlar zaten örtünmüyorlar mı? Dinimiz de öyle demiyor mu?
Komşu kadınlardan biri:
-Kim demiş anam? Herkes başını yüzünü açacak mıymış? Evinde açsın da, sokakta günah olamaz mı? Şalcı Bacı:
-Günah tabi anam. Günah olmaz mı?
Evin genç kızı Ünzile araya girer.
-Şalcı Teyze, çay getirdim. İç de için ısınsın.
-Ver hele kız. İyi ettin. Hele bir de kırtlamalık şeker ver bana…
Üfleye üfleye, höpürdete höpürdete içerler çayları komşular.
Bu sırada Şalcı Bacı da Ünzile’yi süzmektedir, göz ucuyla. İçinden, maşallah güzel kız. Boylu boslu, yanakları al al. Kara kaşlı, kara gözlü…
-Kız Ünzile!
-Sen neler yapıyorsun?
Şalcı Bacı, Fadime’ye dönerek:
Anam, bizim oğlanlar da bir işin ucundan tutsalardı…

Bu konuşma şeklini bütün kadınlar bilirler. Kimin ne demek istediğini, aklından geçenlerin neler olabileceğini çok iyi tahmin ederler.
Anlaşılan oydu ki, Şalcı Bacı, Ünzile’yi gözüne kestirmişti.
Bu sokağa geldiğinde ilk uğrak yeri burası olurdu.

Şalcı Bacı ani bir hareketle;
-Hadi kalkın karılar, herkesin işi gücü vardır. Bu kadar çene yeter. Herifleriniz sizden aş bekler. Çocuklar ekmek bekler.
Çabucak toparlanır Şalcı Bacı ve oturduğu minderden kalkar. Bohçasını sırtlandığı gibi, başka bir mahallede soluğu alır.
Daha çok yere uğramalı, daha çok satmalı.
Duracak, fazla oyalanacak vakti yoktur…

Bir günün diğer bir günden farkı yok gibiydi.
Kış yüzünü iyice göstermeye başlamıştı. Havalar oldukça ayaza çekmiş, dışarılar çekilmez olmuştu.
Bu da yetmiyormuş gibi, millet, bir de askerlerin sert davranışlarına maruz kalıyordu.
Kimse fesle, serpuşla, takkeyle, kavukla dışarı çıkamaz olmuştu. Herkes şapka kanununa uymak ve şapka giymek zorundaydı.
Kanun böyle, emir böyleydi.
Uygulanması için de sokaklarda jandarmalar gezmekte, uymayanları karakola götürmektedirler.
Bu sıralar, sorgu sual bitmez.
Millet için için kızmaktaydı. Hatta hükumete karşı öfke duymaya başlamışlardı. Halkta bir kıpırdanma başlamış, ayaklanma havası hissedilir hale gelmişti bile.
Herkes birbiriyle hep aynı konuyu konuşmakta ve eski köye yeni adet getirildiğinden dert yanmaktadır.

Herkesin dilinde Merkez Jandarma Komutanı Tatar Hasan Paşa vardır. Onu konuşurlar, konuştukları kadar da ondan çekinirler. Karakola çektiklerine yapmadığı baskı kalmazmış. Kızdığı zaman küfürün bini bir para. Bağırıp çağırır, hatta çok kızdırırlarsa, ona karşı gelen, sözüne cevap veren olursa tekme tokat girişir, dövermiş…

Bir taraftan soğukların, bir taraftan jandarmanın etkisi ile insanlar iyice titremeye başlarlar. Her gün durum biraz daha kötüye gitmektedir.
Halkta, şapkaya karşı, görünmeyen ama sağlam bir direnç oluşur.
Baskı arttıkça direnç de artmaktadır.

Tatar Hasan Paşa’ya verilen asıl görev, İhtilal Mahkemeleri’nin devamı olan İstiklal Mahkemeleri yetkisini kullanarak her türlü şer ve fitne odaklarını ortadan kaldırmaktır.

Hasan Paşa, bir masanın etrafında subayları, çavuşları ve onbaşıları toplamış, çok sinirli ve sert bir ses tonuyla:
-Arkadaşlar!
“Bizim ilk ve öncelikli görevimiz burada düzeni ve sükûneti sağlamaktır.
Çapulcuları, hırsızları, arsızları, asileri, soyguncuları, düzeni bozacak her türlü davranışta bulunanları yola getirmek, susturmak veya bertaraf etmek için elimizdeki yetkiyi sonuna kadar kullanacağız.
İstiklal Mahkemeleri bana, bu yetkiyi sonuna kadar kullanma hakkı veriyor. Aynı zamanda mahkeme başkanı olarak bu yetkimi hiç tereddütsüz ve eksiksiz kullanacağımı bilmelisiniz.
Ya bu şehre biz hâkim olacağız, nizamı sağlayacağız, ya bu uğurda her türlü fedakârlıkta bulunacağız, gerekirse canlarımızdan olacağız!
Bir an önce şehirdeki homurdanmaları, içten içte gelişen ayaklanma belirtilerini bitirmek mecburiyetindeyiz! ”
Tatar Hasan Paşa, öfkeyle elini masanın üzerine indirir.
Bir anda bütün subayların rengi atar, yüzleri renkten renge girer. Ayakta duranların elleri, bacakları harekete geçer. Bu korkunun, heyecanın titremesidir.
Sanki üzerlerine düşen görevlerini layıkıyla yapamamışlar gibi hissederler kendilerini…
Aslında bu yumruk, onlara da “Bu iş bitecek! Bitirin! ” uyarısından başka bir şey değildir.
Hasan Paşa:
-Evet beyler! ..
“Öyle bir şey yapmalıyız ki, bütün Erzurum'a ve hatta civar illerin halkına da örnek olsun. Ciddiyetimizi ve kararlılığımızı kimse denemesin. Herkese ders olacak bir şey yapmalıyız. Gerekirse onlarca insanı sallandırmaktan da çekinmeyeceğiz!
Dedikodu yayanları, kanunlara karşı gelenleri, evlerde, hanelerde ileri geri konuşanları, Cumhuriyete ayak uyduramayanları tespit edip bir an önce gereğini yapmazsak sonra işimiz daha da zor olacaktır!
Bana bir de kadın bulacaksınız, herkes tarafından sevilen, sayılan, tanınan.
Ancak çok konuşan, aleyhimizde olumsuz laflar söyleyen, kadınları dolduruşa getiren biri olsun.
Kimsesi olmazsa iyi olur. Eşi, dostu, akrabası milleti ayaklandırmasın.”
-Var mı böyle birini tanıyan?
Herkes ürkek ürkek birbirine bakar.
Bir jandarma çavuşu kımıldanır, çaresiz çaresiz.
Hasan paşa:
-Ne oldu çavuş?
-Var mı aklından geçen biri?

-Komutanım, aslında öyle birini tanıyorum. Ancak kadın biraz yaşlı. Bohçacılık yapıyor. Bu kaçıncı kocası bilmem, ama o da hastalıktan ölmüş. İki erkek evladı var. Onlar da daha çocuk sayılırlar. On dört, on beş yaşlarında… Kadını çoğu tanır. Hasan Paşa:
-Tamam çavuş! Anlaşıldı!
-Bu işi organize edin, Karakola saldırsın bu kadın. Millet hakaret ettiğini duysun, görsün. Gerisini biz hallederiz…
-Anlaşıldı mı çavuş?
-Anlaşıldı komutanım!

-Beyler!
Sizler de, halkı kimler kışkırtıyorsa öncelikle onları tespit edip tutuklayın. Kısa zamanda mahkeme edip cezalarını verelim. Bu iş bitsin. Ortalık yatışsın!

Subaylar “Emredersiniz komutanım! ” diyerek topuklarını çakıp selam veren odadan çıkar.

Alınan kararlar ağır kararlardır.
Tatar Hasan Paşa’nın işi zordu, lakin subayların da işi çok zordu. Kimler bu uğurda belki de boş yere, bir şapka uğruna feda edilecekler?
Hadi, suçlular neyse…
Ya o şalcı mı, falcı mı?
O kadının suçu ne olacak?
Şapka mı giydirecekler?
Ya giymezse ki, kesinlikle giymeyecektir, Anadolu insanı gururludur. Başı diktir. Kolay kolay aman dilemez. Ya işte o zaman ne olacak?
İbret olsun diye gerçekten asılacak mı?

Tatar Hasan Paşa, gereği yapılacak demişse yapar…
Bu da gün gibi gerçek…

Bir Cuma günü…
Gün tepede, bulutların arasından kendini göstermeye çalışmakta. Havada yine bir rüzgâr var. Gölge yerler buz gibi çarpıyor insanın yüzüne. Güneşin düştüğü yerler insanın yüzünü acıtmıyor.
İnsanlarda da bir tuhaflık var.
Gidiyorlar bir yerlere. Asıl camilere doğru yönleri, ama yine de sanki farklı bir durum varmış gibi üçerli beşerli gruplar halinde gidiyorlar. Daha sıcak davranıyorlar birbirlerine. Selamlaşırlarken iki ellerini birden uzatıp daha dostça sıkıyorlar birbirlerinin ellerini. Sanki iki elin gücünü göstermek isterlercesine…

Hayırlısı der Şalcı Bacı.
Onun işi, hazır erkekler evlerinde yokken birkaç evi daha gezip üç beş parça bir şeyler satmak.
Hayırlısı der ve hızlı hızlı adımlarla birkaç sokak ilerideki yaşı seksene merdiven dayamış Makbule nenenin evinin yolunu tutar.
Makbule nene, büyük oğluyla ve torunlarıyla birlikte yaşamaktadır.
Oğlu boş durmayan, çarşıda torunuyla birlikte kahve işleten esnaftandır. Durumları fena sayılmaz. Çoğuna göre, idare edecek vaziyettedir... Kendi kendilerine yetmeye çalışmaktadırlar. Ne de olsa çoluk çocuk, horanta fazla. Hepsi ekmek derdinde. İki ele bakmaktadırlar.
Şalcı Bacı çaldığı kapıdan içeri girer girmez, köşede minder üstünde oturan, içi kamış dolgulu, yün halı işlemeli duvar yastıklarına yaslanmış ve ayaklarını uzatmış, seksenlik Makbule nenenin elini, ani bir hamleyle tutar ve öper.
-Nasılsın Mahbule nenem?
-İyisindir inşallah? ..

Pencereden düşen yarı aydınlık ışığın yüzünü aydınlatmasıyla Makbule ninenin bütün hayatını, yüzündeki kimi derin, kimi ince çizgilerinden okumak mümkündür. Çok çileler çekmiş, çok badireler atlatmış, çok yorulmuş bir beden.
Kaçakaçlık, kısa da olsa Rus işgali, Ermeni, Rum çetecilerinin acımasız eziyetleri… Neler neler görmemiş ki… Ancak hâlâ ışığı sönmemiş o kara gözlerin… Makbule Nine:
-İyiyem Şöhret. Hele hoş gelmişsen...
-Nasıl olem ki… Aha bu andıra kalası bacahlarım yoh mi? Aha bu dizlerim… Çok ağiriyirler anam. Dermanı da yoh, ilacı da yoh… Çare yoh. Ölene katen çekeceğiz…
Yaşlılar dert yanmaya başlarsa, dertleri hiç bitmez.
Hemen araya gelini girer.
-Hoş gelmişsen kız Şalcı…
-Sen nasılsın? Maşallah genç kız gibisin. Sırtındaki yük de senin belini bükmedi… Nazar değmesin anam. Maşallah! ..
Nezaket Bacı aşağı yukarı Şalcı Bacı yaşlarındadır. Dinç görünmeye çalışır. Hayatı seven, şen şakrak biridir. Çoluk çocuğun fazlalığı onu yormak yerine, daha da canlı kılmıştır. Kümesti, ahırdı… Hep hareket halinde, durmadan içeri dışarı girip çıkan biri…
Eline çabuk…
Bu arada meraklı birkaç çocuk da hemen Şalcı Bacının etrafında beliriverirler. Bir anda evde bir canlılık, bir hareket olur. Cıvıl cıvıldır içerisi. Şalcı Bacı:
-Ehhh! .. Ne olsun, şükür Rabbime, iyiyim.
Anam sen abu uşakları gönder de konu komşu kadınları çağırsınlar hele. Nezaket:
-Ola, ablanla gidin de komşileri hele bir çağırın. Şalcı Bacı gelmiş, deyin. Haydi, haydi durman!
Nezaket:
-Kız duydun mu?
Şalcı Bacı:
-Neyi?
Nezaket:
-Geçende jandarmalar kahveye gelmişler. Başlarında bir de çavuş var imiş. Çavuş demiş ki:
“Beyler! Ya kanunlara uyarsınız, ya başınızı yakarsınız. Karar sizin…”
O sırada Zöhre’nin Mehmet ağa mırıldanmış. “Neye başımız yanacah ki? ” demiş. Jandarmalar kolundan tuttukları gibi adamı karakola götürmüşler. Adam karakolda kalıyormuş, kaç gündür. Daha bırakmamışlar. Kimseye de göstermiyorlarmış. Şalcı Bacı:
-Vay başımıza gelenlere vay!
Bu arada kapı açılır, içeriye orta yaşlarda iki komşu kadın daha girer. Doğruca Şalcı Bacının yanına giderler.
İçlerinden biri, elini, gayri ihtiyari yaşmağını düzeltmek için yüzüne doğru kaldırınca gölgesi Şalcı Bacının yüzüne düşer.
Şalcı Bacı, anlık bir tepki ile iki elini birden kaldırır. Kollarını dirseklerinden bükerek kafasını korur gibi yapar. Bu sırada hafifçe de geri çekilir ve…
- Anneee! der gibi bir ses dökülüverir dudaklarından.
Korkusuz, pervasızdır, lakin o anı hiç unutamamıştır. Yıllar geçmiş, hâlâ o olayın etkisini bir türlü üzerinden atamamıştır.
Rus işgalinin, Ermeni zulmünün olduğu yıllar…
Neresi olduğunu, nerde olduğunu pek hatırlayamadığı bir dere… Çalı çırpı… Kesek, taş… Dikenler… Tam hatırlayamadığı bir yer…
Korkudan tir tir titremektedir. Yaklaşan bir ayak sesini duyar gibi olmuştur.
Niye yalnız?
Niye orada?
Hatırlayamaz...
Bir ayak sesi… Korkuyla başını kaldırdığı an, koca koca çizmelerin tam başının hizasında durduğunu, tepesinde sallanan ipler ve ceket gibi bir şeyin uçları… Daha da kötüsü, tam gözü hizasında parlakça kalın bir sopaya benzer bir şeyin kafasına doğru geldiğini gördüğü an…
- Anneee! ..
Korkudan ağlayarak başını kollarının arasına aldığı ve yalvaran gözlerle baktığı iri cüsseli adamın elbiseleri ve tüfeğinin kabzası… Bir çift de kocaman çizme…
Sonrası yok gibi.
Ağlayıp yere yığıldığını hatırlar gibi sadece…
Yıllardır onun karabasanı olmuştu. Birden üzerine düşen gölgeden korkuyordu işte, o koca gövdeli, boylu boslu Şalcı Bacı…
Komşu kadın:
-Kız Şalcı? Yine o çizmeler mi, dipçik mi bastı, yoksa? ..
Yok…
Devamı yok.

Kısa bir sessizlikten sonra Şalcı Bacı:
-Anam neyse, hele çabuk olun. İşim çok. Buradan çıkınca hamama gideceğim. Orada da birkaç parça satar, bir güzel de yıkanır çıkarım.
Hal hatır, takılmalar…
Şalcı Bacının içine bir burukluk oturmuştur. Sebebi olmayan bir iç huzursuzluğu…

Evden helalleşerek ayrılır.
Şimdiki istikameti kadınlar hamamıdır.
Sokaklarda ilerlerken yine insanların üçer beşer hükumet konağına doğru gittiğini görür. “Gene ne oldu ki…” diye içinden geçirir.

Nihayet hamama varır Şalcı Bacı.
Eski, tarihi bir hamam.
“Şöyle iyice bir rahatlamalıyım.” diye aklından geçirir.
Dışarının soğuğuna inat, burası bütün vücudunu, hatta bütün ruhunu gerginliğinden, kasvetinden arındıracak sıcaklıkta bir yer.

Şalcı Bacı kapıdan girince hamamı işleten ailenin hanımı karşılar kendini.
-Ooo! .. Şöhret ablam, hoş geldin… Epey zamandır görünmüyordun, nerelerdeydin?
-Hoş bulduk anam, hoş bulduk.
-Ben iyiyim, sen nasılsın?
-İçeri kalabalık mı?
Hamamcı kadın:
-Çok şükür, elhamdülillah. İyiyiz Şalcı Bacı.
-Epeyce kadın var. Ama yerimiz de var. Rahat rahat yıkanırsın. İstersen çıkışta bohçanı da açarsın.
-Öyle. Hele ben bir gireyim, kendime geleyim… Çıkınca dinlenme yerinde açarım.

Bu hamamın ayrı bir güzelliği var.
Soyunma yerleri, dinlenecek sedirler, hele kurnaları ve göbek taşı…
Tepelerdeki küçük kubbelerin etrafındaki yuvarlak camlı deliklerden içeriye düşen ışıklar tavana asılmış kandillere benziyor. Ayrı bir aydınlık, güzel bir loşluk vermekte içeriye… Bu ışıklar altında herkes daha renkli, daha güzel görünür.
Şalcı Bacı, hamamcı kadının verdiği peştamalı, göğüslerinin üstünden dolayarak kalçalarının üstünden aşağıya doğru sarkıtır.
Bir taraftan da kollarının altından sarkan etlerine bakarak; “Ah gençlik ah! .. Bir zamanlar zımba gibiydim…” der.
Sarkmış göğüsleri ve birazcık çıkmış göbeği derin derin bir iç çektirir…
“Ah felek ah! .. Ben de bu hallere düşecek miydim? Adım gibi şöhretliydim. Genç kızken bütün erkekler beni görmeye can atarlardı. Çok zor yıllar geçirmiş olsak bile, gençler yanımda olmak için bahane yaratırlar, beni hep korumaya çalışırlardı…”
Bir yandan da o işgal günlerinin zorlukları, Ermenilerin ve Rusların yaptıkları içini burkar…
“Allah bir daha yaşatmasın… O günler bir felaketti. Dertti hepimize… Kime güveneceğimizi, kime selam verip veremeyeceğimizi şaşırmıştık. Düne kadar komşu olan Rumlar, Ermeniler birdenbire düşman kesilmişlerdi.
Felaket! ..
Yokluk, zorluk, bela, çile günleriydi…
Çok kötü günler…
Buna da şükür. Başımızı sokacak bir dam, iki evlat var. Hükümet kurulmuş. Bizim askerimiz var. Vatanımız var. Köyümüz, yuvamız belli.”

Bu arada içeriye, kurnaların olduğu yıkanma yerine çoktan girmiş olduğunu fark eder.
Farklı birkaç ses:
-Şalcı Bacı, hoş geldin. Gel hele, bize doğru gel…
Bir başka yerden:
-Kız Şöhret, bak burada boş kurna var. Gel bele otur.
O tarafa doğru yönelir, Şalcı Bacı…
Bir başkası laf atar:
-Şalcı Bacı, maşallahın var… Genç kız gibi dimdik yürüyorsun. Aman nazar değmesin inşallah. Tü, tü, tü! ..
Konuşmalar, gülüşmeler…
Herkes kendi havasında.
Göbek taşında sırt üstü yatan, yan yatan, bacaklarını büküp uzanan… Bağdaş kurmuş terleyen, ellerini geriye yaslayıp, ayaklarını uzatan… Her şekilde oturanı var.
Çoğunun yüzü pembeleşmiş. Bir kısmının o beyaz tenleri kızarmış…
Şalcı Bacı, önce peştamalını gevşetir. Oturduğu kurnayı güzelce bir temizler. Tekrar doldurur. Bakır tasla başından aşağı döktüğü sıcak suyla şöyle bir gevşeyiverir.
O da kadınların çok anlaşılmayan konuşmalarına ayak uydurmuştur. Herkese bir şeyler söyler.
Tek anlaşılan; “Çıkışta bohçamı görmek isteyen olursa dinlenirken açarım” cümlesi olur.

Ne kadar kaldığının kendi de farkında değildir. İçerisi buharın da etkisiyle daha da loş bir hal almıştır...
“Zaman bayağı geçmiş olmalı. Hava değişmeye başladı, der kendi kendine.”
Çıkar, kurulanır ve dinlenme odasında bir bankın üzerine bohçasını açar.
Bir taraftan hem saçı başı kurumuş olacak, bir iki bardak sıcak çay içerek de günlerin yorgunluğundan iyice kurtulmuş olacaktır Şalcı Bacı.

İkindiye doğru hamamdan çıkar.
Yine bir tuhaflık hisseder sokaklarda. Ya hiç kimse yoktur, ya da hep aynı tarafa hızlı hızlı giden birkaç erkek.
Çoğunda farklı bir telaş.

Yavaş yavaş evinin yolunu tutan Şalcı Bacıya yaklaşan iki kişi gelip önünde dururlar. Tanıyamaz bunları Şalcı Bacı. Zaten başını kaldırıp da erkeklere bakmak âdetinden değildir.
Kafasını kaldırınca iki gencin bir şey söylemek istediklerini anlar.
-Ne diyeceksiniz balam?
Gençlerden biri:
-Şalcı Bacı, senin çocukları Merkez Karakolu’nun önünde karakola taş atarken gördük. Herkesle beraber bağırıp çağırıyorlardı. Birkaç kişiyi karakolda mı tutuyorlarmış, bilmem ne. Onları serbest bırakın diye bağırıyorlarmış. Bir de şapka giymeyiz, diyorlarmış…
Şalcı bacının nevri döner…
-Balam siz ne diyirsiz!
-Benim uşakları da mı karakola almışlar?
“Hele ne diyir bunlar anam! ..” der ve büyük hışımla karakola yönelir.
Sırtında bohçası olduğunu unutmuştur. Attığı adımların büyüklüğünün farkında değildir. Adeta koşar gibi yürümeye başlamıştır.
Şaha kalkmış küheylan gibi bir anda kendini karakolun önünde, kalabalığın içinde bulur.
Kalabalıktan yükselen seslerden hiçbirini duyacak kulak kalmamış, adeta sağır kesilmiştir.
Öfkeli kalabalıktan farklı sesler yükselmektedir:
“Suçsuz insanları ne yaptınız? ”
“Mehmet ağayı nettiniz? ”
“Necip Çavuş nerede? ”
“Nerede sakallı Yunus amca? ”

Her ağızdan bir isim yükseliyordu, ortalığı çınlatırcasına…
Askerlerle ara ara itiş kakış yaşanır, bazen askerler “Yaklaşma! ” diye bağırırlar…
Bir çavuş da:
-Buradan içeri giremezsiniz. Boşuna beklemeyin. Suçu olmayan zaten bırakılacak.
“Şimdi dağılın! ..” diye halkı yatıştırmaya çalışır.
Ses tonu da tehditkardır.
Toplananların sayısı sürekli artmakta, endişe de gerginlik de hat safhaya ulaşmaktadır.

Şalcı Bacı da bu kalabalığın bir ferdi olmuştur artık.
Nasıl geldiğinin, kalabalığın içine nasıl daldığının kendi de farkında değildir.
Kalabalığın içinde, bir aşağı bir yukarı telaşla ve aceleyle ilerlemekte, önüne geleni sağa sola çekiştirerek, kimilerini de yiterek adeta herkesin yüzüne korkulu bir bakış ekmiş gibiydi.
Arıyordu balalarını, arıyordu canından can verdiklerini, yavrularını…

Bulamamıştı, görememişti yavrularını…
Korku ve heyecanla etrafındakilerden soruyordu.
-Ağalar, begler!
-Benim balaları göreniniz var mi?
-Ahmedim, Hasanım… Göreniniz var mı?
Bir daha, bir daha soruyordu, tek tek yüzünü çevirdiklerine…
-Benim balalarımı gördün mi?
Benim Ahmedimi, Hasanımı gördün mi?
Herkesten gelen tek cevap:
-Yok bacım.
-Görmedim bacı.
-Yok.


-Nasıl olur, nere giderler bunlar?
“Acaba tutukladılar mı? ” diye aklından geçirir.

Az ileride sıra sıra askerlerin arkasında dimdik duran adama doğru yönelmek ister. Askerler hemen önüne set olurlar, oraya gitmesini engellerler.
İyice öfke ve korku tufanı sarmıştır Şalcı Bacının ruhunu.
Umut mu, umutsuzluk muydu, çocuklarını göremeyişi…
Kendi de bilmiyor, bir an önce onların karakolda olup olmadıklarını öğrenebilmek için bütün gücünü kullanıyordu.
Bir türlü başarılı olamıyor, her hamlesinde iki üç jandarmanın güçlü kollarında eriyip dağılıyordu, azmi ve iradesi…
En sonunda öfkesine yenilir ve bağırarak:
-Ola soykanızda kala! Şapkanıza siçeyim! Nerde benim balalarım?
Bu sözleri haykırırken, adet edindiği üzere hamama giderken evden götürdüğü takunyalardan birini, bohçasına elini sokar sokmaz çıkarır ve büyük bir hışımla karşısında dağ gibi duran, içeri girmesine izin vermeyen o rütbeli çavuş mudur, subay mıdır, neyse o komutana bütün gücüyle fırlatır.
Önündeki askerler de hiç beklemedikleri bu hareketi engelleyemezler.
Takunya havada parendeler atarak doğruca komutanın kolunun altında paralanır ve yere düşer. Komutan da bu nalının nereden geldiğine bir an için anlayamaz. Askerlerin hareketliliğinden nereden geldiğini ancak fark eder. Bu sırada zaten ikinci takunya da havada uçmaya başlamış, komutan yan dönmesine ve bir adım geri çekilmesine rağmen uzun askeri paltosunun ucuna çarparak ayaklarının ucuna düşmüştür bile.
Komutan:
-Yakalayın bu asker düşmanı kadını!
-Kimin askerine nalın fırlattığını, kimin şapkasına sıçtığını görelim. Hakaretinin cezasını çeksin! ..
Komutan bu sözleri tek tek ve anlaşılacak şekilde, yüksek sesle, özellikle oradaki herkese duyururcasına söyler.
Emir çok sert ve katidir.
İki asker Şalcı Bacının kollarına girer, diğeri de bohçasından yeni bir şey çıkarmaması için bohçayı alır ve karakolun içine götürüler. Şalcı Bacının da istediği aslında budur. Oğullarının karakolda olup olmadıklarını öğrenmek için içeri girmek istemsi de zaten bunun için değil miydi?
Şalcı Bacı götürülürken, kalabalığın arasından birkaç kişi “Bırakın kadını! Kadından ne istiyorsunuz! ” diye yüksek sesle konuşurcasına itiraz etmeye çalışır.
Topluluk da bir şey elde edemeyeceğinin farkına varmış, heyecanları ve öfkeleri her geçen dakika sönmeye başlamıştır. Sadece kalabalıkları vardır. Sözleri tükenmiş gibidir.
Kimse müdahale etmezse, yeniden ateşleyen olmazsa dağılma noktasına gelmişlerdir zaten.
Çok geçmez, geldikleri gibi homurdana homurdana dağılmaya başlarlar. Çözülme bir kez başlamıştır.
Yarım saat içinde karakolun önünde kimseler kalmaz.

İçeri alınan Şalcı Bacı doğruca bir kat aşağıdaki bir odaya götürülür…
Oda küçük ve loştur.
Yüksekte demir parmaklıklı, bir karış eninde yarım metre civarında bir penceresi vardır. Bir de tahta sandalye…
Söylenen tek söz:
“Burada bekle. Komutanımız gelir. Derdini ona anlatırsın.” olmuştur.

Askerler kapıyı kapatıp kitlerler ve giderler.
Şalcı Bacının bohçası da artık yanında değildir. Ekmek teknesi bildiği bohçasından yıllar sonra ilk defa ayrı kalmıştır. Sanki bedeninden bir organı eksilmiş gibi hisseder kendini.
Bu şekilde bir davranışla karşılaşması çok zoruna gider,
O, karakolun en büyük komutanı kimse, onunla görüşmeyi hayal ederken, kendini alt katta bir odada yalnız bulmuştur.
Hapse atıldığı korkusuna kapılır.

Yukarda ise komutanlar, daha önce bahsi geçen kadının bu olup olmadığını çoktan öğrenmişlerdir. Geçen zaman içerisinde Şalcı Bacıyı karakola yönlendiren o iki genç adam gelip gerekeni yaptıklarını, kadını görünmeden takip ettiklerini ve takunyaları atanın kararlaştırılan bu kadın olduğunu haber vermişlerdi bile…
Her şey plana uygun gitmektedir.

Şalcı Bacı sanki odada unutulmuştu.
Ne gelen, ne giden vardır. Uzun süre bir ayak sesi bile duymaz.
Yorulmuş, bütün ümitleri, hayalleri sanki yavaş yavaş kararan havanın odayı karartması gibi karanlığa gömülmüştü.
Karanlık sayılacak bir oda, bir tahta sandalye ve çaresiz, sessiz bir kadın…
Neydi suçu?
Olan bitenin kendi bile farkında değildi.

* * *
İkinci gününü de bu izbe yerde geçirir.
Ayakları uyuşmaya, beli ağrımaya ve tutulmaya başlar.
En berbatı da dışarıda olamamak, yürüyememek, tanıdık bir yüz, birilerine bir söz söyleyememektir. Ruhu kararmış, sanki gecenin melaneti benliğini esir almıştır.
Arada kapı açılır, bakır bir tepsi içinde bir tabak çorba, bir parça ekmek ve bir tas su verilmektedir.
Her kapı açıldığında, ne kadar konuşmaya yeltendiyse hiç karşılık bulamaz.
Hatta bir defasında;
“Asker ağa, elini ayağını öpeyim... Ne olur beni komutana götür.” diye yalvarmaya başlamış, daha derdini anlatamadan kapı suratına kapanmıştır.

Konuşmamak şartıyla, ihtiyacını bile verilen süre içinde gidermek zorundadır.
Kadersizin kadersizidir.
Boynu büküklerin büküğüdür.
Zaten felek sillesini bir değil, defalarca vurmuştur Şalcı Bacıya…

Nihayet sessizlik bozulur.
Merkez Karakolunda bir hareketlilik görülür. Askerler hızlı hızlı yürümektedirler. Postal sesleri her zamankinden kat be kat fazlalaşmıştır. Bir şeyler olmaktadır yukarılarda. Taşınan bir şeylerin sesleri yankılanmaktadır. Arada patırtılar, kütürtüler duyulmaktadır.
Bir de o gürültülere karışan “Emredersin komutanım” sesi ve koşuşturmalar açık açık sessizliğin sesi olmaktadır, koridorlarda…

İstiklal Mahkemesi kurulmuştur.
Üst kattaki en büyük oda bu iş için düzenlemiştir. Giriş kapısının tam karşısında büyükçe bir masa, bir bayrak, bir dosya, bir kenarında koca bir daktilo ve dört sandalye…
Masanın ortasındaki sandalyede Tatar Hasan Paşa, iki yanında da mahkemenin iki üyesi. Büyük bir ihtimalle bunlar da asker. Sivil giyinimli. Lakin hep komutanım diyorlar Hasan Paşaya.
Gerçi başkaca da şansları yok. Hasan Paşa ne derse o olacak sonunda. Kararı verecek olan da Hasan Paşa değil mi?
Mahkemenin tek yetkilisi ve söz sahibi…

Karakolda her zamankinden daha çok tedbir alınmış, binaya giriş çıkışlar yasaklanmış. Karakol bahçesinde eskisinin en az iki katı kadar asker nöbet tutmaktadır.
Giriş çıkışlara da asla izin verilmez.

Tutuklular salona onar onar alınırlar.
Tatar Hasan Paşa’nın yanındaki heyet üyelerinden biri, önceden hazırlanmış dosyalardaki iddiaları ve tutukluların suçlarını tek tek okur.
Bunlardan katillerin, hırsızların, soyguncuların söz söylemeye hakkı bile yoktur aslında. Usulen sorulur:
-Bu suçlamalara bir diyeceğin var mı?
-Bunları yalnız mı yaptın?
-Sana yardım eden başkaları da var mıydı?
Zaten suç kesindir, heyetin gözünde. Sadece birkaç kişinin daha adı ortaya çıkar mı babından sorulmaktadır, son sözleri.
Suçları kesin olan on beş civarındaki sanık hakkında “suçlu” kanaatine zaten varılmıştır. Usul gereği resmen kayıtlara geçirilme işi kalmıştır.
Kâtip, sanıkların son sözlerini ve Tatar Hasan Paşa’nın verdiği kararı iki parmak, daktilosunu tıklata tıklata yazar.
Sıralanan isimlerle birlikte iki sayfayı bulmayan bu karar yazısı, ilgili üyeler tarafından tek tek imzalanır.
Son on kişiye gelmiştir sıra.
Bunların içinde Zöhre’nin Mehmet Ağa, Necip Çavuş, Sakallı Yunus, Onbaşı Yusuf Pehlivan gibi suçlarının ne olduğunu kendileri de bilmeyen masumlar da vardır.
Tek dedikleri “Ben gâvur muyum ki şapka giyeyim…” Bu ve benzeri sohbetler…
Kendi aralarındaki konuşmalarında kabullenmek istemediklerini belirten sözlerdir. Birilerinin istihbaratı ile ya evlerinden veya kahvelerden alınmışlardır karakola.
Biraz da sözü geçiyor olmaları ve halk tarafından sevilmeleridir, asıl sebep.
Tabii bir de aralarında tek başına duran bir kadın.
Omuzları her ne kadar biraz düşmüş bile olsa bakışları dik ve delicidir…
Hâlâ çocuklarındadır aklı.
Analık içgüdüsü ile kendi hali aklından bile geçmez. Önce komutandan çocuklarının nerede olduğunu sormayı geçirmektedir aklından.

Bu son grup da içeri getirilir ve heyetin karşısında sıra sıra ayakta dizilirler.
Etraflarında daha önceden yerlerini almış silahlı askerler vardır.
Heyet Başkanı Komutan:
-Beyler! Ben söz hakkı vermeden, soru sormadan kimse konuşmayacak! ..
-Sadece sorduğum sorulara cevap vereceksiniz. Başka şeyler söylemenize izin vermeyeceğim! .
Oldukça kararlı, gür ve sert bir sesle ortama hâkim olur, heyet başkanı komutanın sözleri.
Adetten olduğu üzere, tutukluların suçları tek tek okunur...
Mahkeme Başkanı Tatar Hasan Paşa:
“Yeni Cumhuriyet Yasalarına ve kanunlarına itaat etmediğiniz…”
“Şapka kanununa muhalefet ettiğiniz…”
“Cumhuriyete, askere saygısız davrandığınız, karşılık verdiğiniz…”
“Türk askerine hakaret ettiğiniz, karakola yapılan kalkışmalarda, halkı ayaklandırmada liderlik yaptığınız…”
“Halkı askere ve devlete karşı kışkırttığınız…”

Şalcı Bacıya sıra geldiğinde, gözlerinin içine baka baka ve tek tek, emrivaki ve tehdit edercesine, daha yüksek ve gür bir sesle:
-Sen Şalcı Kadın!
-Sen askerlere “SOYKANIZA KALA! ” diye hakaret ettiğin, “ŞAPKANIZA SIÇAYIM! ” dediğin ve askerlerin başındaki KOMUTANA TAKUNYALARINI FIRLATTIĞIN, askerleri ve komutanlarını küçük düşürdüğün, böylece Türk askerini saymadığın, sevmediğin ve askerimize hakaret ettiğin…
-Bohçacılık yapmak için gittiğin evlerde “ŞAPKA GİYDİRECEKLERMİŞ HERİFLERİMİZE. BİZ GÂVUR MUYUZ? MÜSLÜMAN ÜLKEDE BU ŞAPKA NEYİN NESİYMİŞ? KARILARIN DA BAŞLARINDAKİ YAZMALARI VE ŞALLARINI ÇIKARTTIRIP ŞAPKA GİYDİRİRLERSE BU GÂVURLAR, ŞAŞMAYIN…” diyerek kadınları da isyana teşvik etiğin…
KADIN BAŞINLA ŞAPKA KANUNUNA VE İNKILÂP YASALARINA KARŞI ÇIKTIĞIN ANLAŞILMIŞTIR.

Yine kulakları çınlatan çok sert bir sesle:
-Bir sözü olan, itirazı olan var mı?

Şalcı Bacı:
-Komutan bey, benim çocuklarım, balalarım…
Komutan:
-Sus be kadın!
-Dava senin çocukların değil. Suç, senin yaptıkların. Sen söylenenleri yaptın mı, yapmadın mı? Bunları dedin mi demedin mi?
Sessizlik...
- Evet kadın! Cevap ver!
-Dediklerimi yaptın mı?
Ağzının içinden dökülen bir iki kelime ile:
-Yaptım da, balalarımı arıyordum. İçeri sokmadı…
-Tamam! Anlaşıldı kadın!
-Suçunu kabul ettin işte…
-Konu kapanmış, mahkeme bitmiştir! ..

Yazılan tutanaklar üyeler tarafından tek tek imzalanır.

* * *
Üç faili meçhul…
Nereye gittiği bilinmeyen, nerede kimler tarafından sorgulandığı, nasıl ortadan kaldırıldığı anlaşılamayan ve bir daha kendilerinden haber alınamayan üç belirsiz yok oluş. Doğrusu yok ediliş…
Kimlerin, ne zaman ortadan kaldırdığı asla ortaya çıkmayacak.
Sorulacak sorulara, yapılan başvurulara ve araştırmalara asla cevap alınamayacak…
Cevapsız kaybedilişler…

Yedi kişinin sürgün kararı…
Sinop’a…
Suçları, şapka giymeye direnenler…
Güle güle…
Alışkanlıklarına bağlı Anadolu’nun saf, gariban insanları…
Güle güle…

Ve…
(22 + 1 = 23)
Matematik işlemi değil.
Elmalarla armutların toplamı da değil.
İnsan bunlar, insan…
Yirmi üç can…
İlk defa asılan, kendisiyle ilgili olmadığı bir konudan dolayı ilk defa asılan bir kadının, Şalcı Şöhret Bacı’nın cezaya çarptırılarak idam sehpasında sallandırılışı…

*
Aynı günün sabaha yakın saatleri.
Tan henüz ağarmamış.
Yine olağanüstü bir hareketlilik…
Emirler…
“Emredersin komutanım! ” sesleri yankılanmakta, taş duvarların soğuk yanaklarında…
Sanki her bir emir ve tekmil, taşlara sesten nakışlar gibi işlemekte.
Geleceğe haykırmak üzere işlemekte, taşların derinliklerine…
Taşlara çentikler atan bu nidaların yüreklere çekiç vuruşları, ucu sivri murç dokunuşları… Kanatarak tüketmekte bütün ümitleri, az da olsa hayatta kalma arzusunu…

Ayak sesleri…
Ne de sert yansımakta koridorlarda…
Sanki yüzlerce er, aynı anda talime çıkmışlar ve hep birlikte resmi adım yürüyorlarmış da yeri sallıyorlarmış gibi sert ve kararlı…

Eller arkadan bağlanmış.
Ayaklarda pranga misali kalın ipler…
İkişerli sıra halinde…
Birbirleriyle konuşmaları yasak.
Yanlarında ve arkalarında silahlı ve süngü takmış askerler.

Ayaz mı ayaz bir hava.
Neredeyse verilen nefes buz tutup yere düşecek kadar soğuk. Ama bunu düşünen yok ki… Bu gidişin dönüşü olma ihtimali dahi yok. Bu düşünceyle yola çıkmıştı, ölüme mahkûm kadersizler.
Askerlerde de, başlarındaki komutanda da ses yok.
Duyulan sadece ayak sesleri.
Günün çok erken saatleri…
Sokaklar tamamen boş sayılır. Birkaç köpek havlaması ve kaçışan bir iki kedi… Hayata dair tek görünen ve duyulanlar işte bunlar…

Şalcı Bacı, o dikliğini kaybetmiştir.
O da bu kadar erkeğin ve askerin içinde nasıl yer aldığına hâlâ inanamamaktadır. Bir yandan, annelik duygusuyla çocuklarını bir daha göremeyişinin ağır ezikliğini yaşarken, bir yandan da çocuklarının neden hiç arayıp sormadıklarını aklından geçirmektedir.
Sonra da kendi kendine, “Ben aklımdan geçirdim de ne oldu? Onların başına da aynı şeyler gelebilirdi. Geçirmedikleri daha iyi.” şeklinde düşünerek, ayaklarına çok büyük bir yük olan bedenini taşımaya çalışıyordu.
İlk defa bacakları Şalcı Bacıyı taşımakta zorlanıyor, hatta titriyordu. Yürümeye gücü, mecali yoktu sanki. Şalcı Bacı için, bu gidiş çok bahtsız, çok anlamsız bir gidişti...

Ne zaman gelmişlerdi, zaman nasıl geçmişti farkında bile olamamışlardı.
Kendilerini Hükümet Konağının bulunduğu meydanda bulmuşlardı.
Hava henüz loş sayılacak kadar ışımıştı.
Hükümet konağının bahçesinde, yola yakın kısmında sanki çamaşır asmak için kurulmuş birbirine ekli, biraz yüksekçe darağaçları kurulmuştu bile.
İlk başta üçlü kalın kalaslardan ayaklar, sonrasında ikişer metrelik aralıklarla birbirlerine çaprazlama tutturulmuş ikişerli ayaklar… En sonunda da yine üçlü çapraz tutturulmuş ayaklar. Aralarına atılmış kalın kalaslar ve her iki ayak arasında, yuvarlak kalaslardan bir – iki defa dolandırılarak sarkıtılmış, kalın urgan iplerden yapılmış kementler…
Bu urganların bir uçları da idam sehpasının konak tarafında hemen arkasında yere çakılmış bir kazığa bağlanmış.
Her kemendin altında tahtadan yapılmış kırk, elli santim yükseklikte tabure.
Birkaç da tahta sandalye.

Askerlerin arasında ikişerli sıra halinde meydana getirilen mahkûmlar, yine ikişer ikişer sehpaların altındaki yerlerini alırlar.
Her birinin kolunda bir er bulunmaktadır.
Askerler, hem ön sırada, hem arka sırada düzgün bir şekilde sıralanırlar.
Bu sırada, sadece gözleri hayal meyal seçilebilen kar maskeli dört kişinin, hükümet konağından çıkıp, arka taraftan sehpalara yaklaştıkları görülür.

Ürkütücü bir gölge gibidir gelişleri.
Dik yürüyüşlü bu adamlar, kararlı adımlarla sessizce sehpaların altına gelirler.
Erlerin kollarından tuttukları idam mahkûmlarının diğer kolundan tutarak taburenin üzerine basmasını sağlarlar. Her biri, kemendi, mahkumun boğazından geçirip boğazını sıkmayacak kadar çekip yanındaki mahkûma geçer.
Dört kişilik bu ekip işini o kadar hızlı yapar ki, sanki talimli imişlercesine el çabukluğuyla üç beş dakikada hepsinin boğazında kement, komutu bekler hale getirilir.

Lakin bu mahkûmlardan biri var ki, onun başında beyaz bir çuval vardır.
Kim olduğunu, neden başında çuval olduğunu o an için yetkililerden başkası bilmemektedir.
Şapka yüzünden asılanlar arasında bir de kadının olması hazin ve bir o kadar da garipti.

Zaten en son sırada yer alıyordu. Yahut sol baştan bakılırsa ilk başta.
Başına, kemendi takmaya gelen cellât, koluna girdiğinde hırıltılı ve titrek bir sesle söylenir.

-Şapka benim neyime? Ne işi olur, kadın kısmının şapkayla?
Sehpaya çıkartıldığı anda şöyle bir toparlanır, diklenir ve önce kısmen duyulabilecek bir sesle:
"Eşhedüen lâ ilâhe illallah ve eşhedüenne Muhammeden abdûhü ve resûlü" der.
Sonra da daha erkeksi bir sesle:
“Kadın şapka giye ki asıla! ”

Verilen emirle bütün taburelere birer tekme atılmış, hayatla aralarındaki son bağları da koparılmıştır.
Her bir tabure bir tarafa doğru fırlamış ve yan yatmıştır.

Çırpınmadadır, başında beyaz çuval bulunan Şalcı Bacı.
Bunu gören cellât hemen altına gelip belinden aşağı doğru asılır. Bir küt sesi duyulur ve sonra…
Çırpınma kesilir…
Başındaki çuval da alınır…

Cellâtlar geldikleri Hükümet Konağının kapısından içeri girerler. Sonra kim oldukları, nereye gittikleri, halkın içine karışıp karışmadıkları meçhuldür.

Darağacında sallandırılanlar, ibret olsun diye, tam iki gün boyunca Hükümet Meydanında asılı kalırlar! ..

Erkenci olan cami cemaatinden olayı görenler, heyecan ve korkuyla birbirlerine haber verirler.
Kısa bir sürede, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte etrafta onlarca kadın ve erkek toplanmaya başlar.

Vah vah! ..
Tüh tüh! ..
Aman Allah’ım, şunu da asmışlar, bunu da asmışlar, sesleri…

Giderek artan ağlama ve ağıt sesleri…

En çok da:
-Aman Allah’ım! .. Bizim Şalcı Bacıyı da asmışlar.
-Suçu neydi ki? ..

Sabah rüzgârı, bütün kadınların kulaklarına Şalcı Şöhret Bacının sön sözlerini fısıldıyordu,

“KADIN ŞAPKA GİYE Kİ ASILA! ..”

Hikmet ÇİFTÇİ
2013

Referans