Yükseköğretim Kurulu (YÖK), 5 devlet üniversitesinde yapılan seçimle belirlenen 6 aday arasından, Yükseköğretim Genel Kurulu'nda yapılan seçim sonucunda belirlenen 3 adayın sırayla Cumhurbaşkanlığı'na iletildiğini açıkladı. İstanbul Üniversitesi'nde yapılan rektörlük seçiminde Prof. Dr. Raşit Tükel 1202 oyla birinci, Prof. Dr. Mahmut Ak ise 908 oyla ikinci yer sırada yer almıştı. Yükseköğretim Genel Kurulu ise seçimlerde ikinci olan Prof. Dr. Mahmut Ak'ı birinci sıradaki aday, birinci olan Prof. Dr. Raşit Tükel'i ise ikinci sıradaki aday olarak göstermesi dikkat çekti. Alınan kararın gerekçesi ise açıklanmadı.

Yükseköğretim Kurulu'ndan (YÖK) yapılan yazılı açıklama şöyle; Yükseköğretim Genel Kurulu 2015 yılının 4. toplantısını yapmak üzere 19 Mart 2015 tarihinde toplanmış; çeşitli komisyonlar tarafından hazırlanan raporların yanı sıra aşağıdaki gündem maddelerini görüşerek karara bağlamıştır. 5 devlet üniversitesinde yapılan seçimle belirlenen altı aday arasından, Yükseköğretim Genel Kurulunda yapılan seçim sonucunda belirlenen üç adayın aşağıdaki sırayla Cumhurbaşkanlığı makamına arzına karar verilmiştir.”

İstanbul Üniversitesi'nde yapılan rektörlük seçiminde açık ara birinci olan Raşit Tükel, YÖK tarafından Erdoğan'a ikinci sıradan sunulunca "YÖK'ten, hangi gerekçeyle, hangi ölçütlerle bu sıralamayı yaptığını, kamuoyuna açıklamasını bekliyorum"dedi.

YÖK'ün listeyi açıklamasının ardından Al Jazeera Türk'e konuşan Prof. Dr. Raşit Tükel, "Rektörlük seçiminde açık farkla birinci olduğum için atanmamın uygun olduğunu ısrarla ifade ettim. Buna karşın, bilim insanlarının iradelerine karşın, YÖK'ten, hangi gerekçeyle, hangi ölçütlerle bu sıralamayı yaptığını, kamuoyuna açıklamasını bekliyorum. Başka da bir şey söylemek istemiyom" ifadelerini kullandı.

Referans
Babaeski Müftüsü Hoca Ali Rıza Efendi
Aslen Dağıstanlı Gürcü bir ailenin çocuğu olarak 1872 yılında Batum’un Acarây-ı Ulya kazasında doğdu. Yüzyıllardır bölgede ilmi ve fazileti ile tanınmış, bir çok alim ve hoca yetiştirmiş bir ailenin mensubu idi. Babası da yine ilmiyye mesleğinden Muhammed Coşkun Hocadır. İlk derslerini babasından aldı. Daha çocuk yaşlarından itibaren sıkı bir İslami terbiye ve ahlak ile yetiştirildi.
Tarihimize doksan üç harbi diye geçen meş’um 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında müslümanlara soykırım uygulanmaya başlanılması üzerine, ailesi ile birlikte büyük acılar yaşadı. İki ay kadar dağlarda saklanan aile, hayli meşakkatli bir yolculuktan sonra, küçük bir tekne ile Giresun’a kaçabildi.
Daha sonra 93 harbi muhacirleri için Karaağaç Nahiyesi yakınlarında iskâna açılan Abdal (Piraziz) İlçesine yerleştiler.
Ali Rıza Hoca 1897 yılında, on altı yaşında iken, kendisinden üç yaş küçük kardeşi Hasan Efendi ile birlikte, ilim tahsilinde bulunmak gayesiyle, İstanbul’a geldiler. Fatih Medresesine yerleştiler. Hasan Hoca hafızlığa çalışırken, Ali Rıza Hoca Fıkıh Usulu ve Ahkamı Şeriyye okudu.
Hocası Batum’lu Abdüllatif Efendi idi. Talebelik yaptığı senelerde; Giresun’da idam edilen Şeyh Muharrem, Ankara istiklal Mahkemesi’nde birlikte yargılandıkları İskilipli Atıf Hoca, Fatih Dersiamlarından Tahir ve Fettah Efendiler ile birlikte okudu. 1907 yılında icazet aldı.
Müftü tayin edilmek hak ve salahiyetini kazanmış iken; 5 yıl daha İstanbul’da kalarak, Gürcü Hacı Ahmet Efendi ile Tırnovalı Hacı Muhammed ve Hacı Ömer Hocalardan, Tefsir ve Hadis dersleri de aldılar. Dersiamlık hakkına sahip iken, arkadaşlarının da rızası hilafına, kadılık makamını tercih etti.
1911 tarihinde Babaeski Müftülüğü vazifesine tayin edildi. Balkan Harbi’nin çıkması üzerine vazifesine gidemedi. Fatih Medreseleri’nde hocalık yaptı, civar camilerde vaazlar verdi, ders okuttu ve bir çok talebe yetiştirdi.
Ali Rıza Hoca Babaeski’deki Müftülük vazifesine, 1914 yılı başlarında başlayabildi. Ali Rıza Hoca’nın Babaeski’deki müftülüğü 1914 yılından 1922 yılına kadar sürdü.
Birinci Dünya Harbi’nin kaybedilmesi ve Babaeski’nin de, Yunan işgali tehdidi karşısında bulunması sebebiyle, Kırklareli Valiliği tarafından izinli sayılarak İstanbul’a gönderildi. Şehir, 1919-1922 yılları arasında Yunan işgaline uğradı. Babaeskililerden oluşmuş bir heyetin İstanbul’a gelerek, yaptıkları ısrarlı geri dönmesi ricaları üzerine, onlarla birlikte 1919 yılı sonlarında, tekrar Babaeski’ye döndü. Bu işgal döneminde şehir ve civarındaki müslümanların haklarının tek koruyucusu ve savunucusu olarak kaldı. Babaeski’nin milli ordu tarafından kurtarılışından sonra, şehrin ileri gelenleri ile birlikte Divan-ı Örfi’de yargılandı ise de beraat etti. 1922 yılında tekrar İstanbul’a döndü. Fatih Medresesi’nde bir odaya yerleşti ve tekrar dersler vermeye başladı.
7.12.1925 tarihinde İstanbul’da iken “Giresunluları şapka aleyhine isyanı teşvik suçundan” tevkif edildi. Birlikte tevkif edildiği arkadaşları ile beraber Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Mahkemesi esnasında aleyhine hiç bir suç isnat edilememesine rağmen; “Geçmişte Divan-ı Örfi’de yargılandığı ve yenilik aleyhtarı olduğu” ve Giresunlu Hafız Muharremle aynı köyden olması hasebiyle, mektuplaşmasından dolayı vicdani kanaat oluştuğundan; 3 Şubat 1926 günü, arkadaşı İskilipli Atıf Hoca ile birlikte, idama mahkum edildi. 3-4 Şubat gecesi İskilipli Atıf Hoca ile birlikte TBMM’nin önünde, asılarak idam edildiler. Cesetleri, üç gün darağacında bekletildikten sonra, Cebeci civarındaki kimsesizler mezarına gömüldüler.
Ali Rıza Hoca şehid edildiğinde, 58 yaşında idi. Hiç bir siyasal parti veya dernek faaliyetlerinde de bulunmamıştı. 1922 yılında Divan-ı Örfi’de yargılanması ve beraat etmesinden başka bir sabıkası da yoktu. Üstelik o dönem suçları, daha sonra TBMM tarafından, bütün hükümleri ile birlikte affedilmiş idi.
Ancak bütün İstanbul’da hatırı sayılır ve dinlenir bir din adamı olarak, şeriattan taviz vermez tavırlarıyla, bazı kana susamışları çok rahatsız etmişti.
Ali Rıza Hoca, bütün ömrü boyunca hiç evlenmemiş, sürekli ilim ve fıkıh ile meşgul olmuştu. Bir müctehid olarak bir çok ictihadlarda bulunmuş ve son devrin önde gelen fakihlerinden idi.

Referans
Erzurumlu Şalcı Şöhret Ana
Asıl ismi Şöhret. Soyadı Kanunu 1934'te kabul edildiği için soyadı yoktu daha. Erzurumlu ve halk arasında “Şöhret Ana”, “Şalcı Bacı” gibi isimlerle tanınıyor.Yetim çocukları var bunların iaşelerini temin edebilmek için şal örüyor ve Erzurum'da bit pazarında satıyor.

Tarih 24 Kasım 1925'i gösteriyor.

Yer Erzurum Valilik önü.

Çoluk çocuk ve birtakım kışkırtıcılardan oluşan bir gurup insan 25 Ağustos 1925'te çıkarılan ve hâlâ da yürürlükte olan “Şapka Kanunu”nu protesto ediyorlar, valiliği taşa tutuyorlar.Kışkırtıcılık o kadar büyük boyutta ki maalesef istenmeyen olaylar oluyor.
Şalcı Bacı bu esnada yine pazarda çocukları için ördüğü malları satmakla meşgul ve gelip ona diyorlar ki:
“Senin çocuklar hükümeti taşa tutuyor, git onlara sahip çık!”

Kadıncağız hemen Valiliğe geliyor bakıyor ki ortalarda kimse yok.Sağa sola koşuşturuyor, çocuklarının tutuklanmış olduğunu düşünüyor.Bu arada ana yüreği dayanamayıp oradaki kamu görevlilerine, şapkalılara bağırıp çağırıyor...

Erzurum'daki bu protestolardan sonra sıkıyönetim ilan edilir.Şehrin Komutanı Tatar Hasan Paşa ve Vali'nin idam etme yetkileri vardır.Kafa kafaya verip bu işi kısa yoldan bastırmak için bazı idamlar gerçekleştirmek isterler.Sıkıyönetim ile birlikte akşam namazından gün ağarıncaya kadar sokağa çıkma yasağı getirilir. Erzurum Camileri haftalarca sabah ve yatsı namazlarında kapalı kalır. Düzinelerce insan evlerinden toplanır ve idam edilir. Yakınlarını görmek isteyenler, okkalı bir dayak yedikten sonra gönderilirler. İdam edilenler şehrin meydanlarında akşama kadar sergilenirler. Teşhir edilen mazlumlara öldükten sonra da saygı gösterilmez. Tek atlı çöp arabaları bunları alarak dini merasim yapılmadan toplu mezarlara gömerler. Ve bu idamların içerisinde bir tanesi vardır ki tarihe geçmiştir ama kara bir leke olarak.Evet tarihimizde ilk kez bir kadın idam edilmiştir.Şalcı Bacı çuvala konulup o şekilde idam edilmiştir.Suçu nedir? Sıkıyönetime göre kanuna muhalefettir ama ya aslı nedir işin?Ana yüreğinin verdiği hassasiyet ile “acaba çocuklarım kayboldu mu”, “hapse mi atıldı” gibi düşüncelerden kaynaklanan serzenişler....

Şalcı Bacı, idam kararı verildiği vakit ona son sözün nedir diye sorulmuş.Demiş ki:
“Lan kavat, kadın kısmının idam edildiği nerede görülmüştür”. Ve Jandarmalar onu asılmak üzere götürürken yöresel şivesiyle “Kadın şapka giye ki asıla?" demiş.Ve bu sözleriyle gönüllerde “Şöhret” olmuş.

Ama tarihimizde bu kara leke hep varolacak.Suçsuz bir yere kadını idam etmek...

İlk kez bir kadını idam etmek.

Şehrin Kumandanı olan Tatar Hasan Paşa şu an ki Altan Kardeşlerin dedeleri imiş.Gazeteci-Yazar Çetin Altan bir kitabında:
“Dedem Hasan Paşa çok sert bir askerdi. İsmet Paşa topçu okulunda öğrenci iken, Hasan Paşa okul müdürüydü. Sonrası ünlü komutanlar olan o dönemin öğrencileri, anlatıp dururlar Hasan Paşa'nın sertliğini. Bir şapka isyanını bastırmakla görevlendirildiği bir kentte, hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sanırsam siyasal suçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde. Kadın sehpaya çıkmadan önce "Ben bir hatun kişiyim. Şapka ile ne derdim ola ki" demiş galiba. Ben o tarihte henüz doğmamıştım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunları. Ve inanın ince sızı gibi tatsız bir burukluk kaldı içimde” şeklinde anlatıyor.

Referans


YIL 1926... Yer Erzurum... Şehirde gizli bir heyecan var... Bir kadın asılacak... Osmanlılar zamanında kadınlar idam edilmezmiş... Bir meydana bir sehpa kurulmuş... Jandarmalar kadını götürüyorlar... Kadın çarşaflı... O tarihte Anadolu'da bütün Müslüman kadınlar çarşaflıydı... Kadının suçu ne? Yeni çıkartılan Şapka Kanunu'nu tenkit etmiş...

Kadın bohçacılık yapan ve "Şalcı Bacı" adıyla tanınan bir vatandaş.İdam edilmeye götürülürken Erzurum ağzıyla "Kadın şapka giye ki asıla..." diye söyleniyor. Kadın söyleniyor, kadın sürükleniyor, kadın asılacak...

Jandarmalar ite kaka kadını sehpanın yanına götürüyor. Kara yüzlü cellat orada... Kadının boynuna yağlı ilmeği geçiriyor, ayaklarının altındaki sandalyayı çekiyor. Kadının vücudu titriyor, sallanıyor... Şalcı Bacının gırtlağından ölüm hırıltıları çıkıyor. Acaba o son dakika ve saniyelerinde Kelime-i Şehadet getirebildi mi? İnşaallah getirmiştir. Cellat kadının bacaklarından hızla çekiyor, boyun kemiğini kırıyor. Kadın ölüyor. Cesedi sehpada sabah rüzgarı ile sallanıyor. Titrek bir ezan sesi duyuluyor...

Referans


ŞALCI ŞÖHRET BACI (Hikaye)

“Kadın şapka giye ki asıla! ”

“Kasım ayının son günleri sayılır. Ne kaldı ki şunun şurasında. On, on beş gün sonra kışın koynunda bulacağız kendimizi…”

Soğuktu hava.
Kendi kendine söylenmektedir Şalcı Bacı.
Zamansız gittin, zamansız terk ettin be herif…
Allah'a isyanım yok, şikâyetim yok, ama beni yalnız bırakmamalıydın…
Maharetli elleri gibi, güçlü çenesi de çalışmaktadır Şöhret Bacı’nın.
Bir yandan da bohçasına, önceden hazırladığı şalları, çarşafları, yatak örtülerini, kenarları oyalı yazmaları, el örgülü kışlık yün çorapları, yün patikleri ne varsa sıra sıra istifleyip, renkli koca bohçasını, çaprazlama attığı düğümlerle sağ omzuna takıp her zamanki alışkanlığı ile evden çıkar.

Dik duruşlu iri, diri biridir.
Çarşafı, başından beline kadar bütün vücuduna sarmış. İşlemeli beyaz yazması, burnunun altına kadar yüzünün büyük bir kısmını kapatmış, alnındaki ve burun kenarlarından ağız kenarlarına doğru inen derin sert çizgileri bile hemen hemen görünmez olmuştu.
Soğuk yanığı esmer yüzünün açıkta kalan kısmı, kasım ayının güneşsiz öğle saatinin sert rüzgârında, ılık nefesinin serinliği ile hafif yollu pembeleşmiş gibi duruyordu.

Sanki sırtındaki yükü yük değil, bahtıydı. Çocuklarının geleceğiydi.
Kadın başına kalmasına rağmen hayata küsmemiş, hayat mücadelesini sürdürme azmi ve iradesiyle ocağının dumanını tüttürmeyi başarmıştı.
Gururluydu.
İnançlıydı.
‘Bir kapıyı kapatan Rabbimiz, başka bir kapı açar’ anlayışı ve inancını içselleştirmiş bir Anadolu kadınıydı.

Adımları sağlam, mesafesi bacaklarının uzunluğuyla paraleldi. Normal yürürken bile yanındakiler ayak uyduramazlar, yavaş gitmesini söylerlerdi Şöhret Bacı’ya.
Duramazdı, yavaşlayamazdı.
Daha çok haneye, daha çok eve, daha çok sokağa uğraması lazımdı. Ne kadar hızlı davranırsa o günkü nafakaları da o kadar verimli, o kadar fazla olacaktı. Bunu çok iyi biliyordu Şalcı Bacı.

Erzurum’un taş döşeli dar sokaklarından birindedir bugünkü kısmeti… İnsanın yüzünde soğuğunu daha çok hissettiren taş duvarlı evlerinden birinin demir tokmaklı bahçe kapısını gümbür gümbür vurur.
-Kız Fedme! ..
-Kız, anam bacım, aç hele kapıyı!
Sesi de duruşu ve yüzündeki derin çizgileri gibi serttir biraz. Erkek sesi gibi gür ve kararlıdır.
Kısa bir süre sonra koca tahta kapının bir yarısı gıcırtılarla açılır.
-Evde kimse var mı, Fedme?
-Yok, yok Şalcı Bacı, gel hele…
-Hele şu komşulara da haber ver anam. Onlar da gelsinler, hep beraber bakalım. Ben biraz burada beklerim.
-Olur mu Şalcı Bacı? Sen içeri gir, bizim kızla otur hele.
O sırada evin kapısının önünde on dört, on beş yaşlarında, örgülü siyah saçları omuzlarından sarkan Ünzile görünür.
-Gel Şalcı teyze, ben buradayım. İçeriye gel!
Aradan çok zaman geçmez, birkaç komşu daha Fadime bacının evinde toplanırlar.

Kadınlar her zamanki meraklı halleriyle açılan bohçadan çıkanları tek tek incelerler. Renklerine, boylarına bakarlar.
Rengini, desenini beğenen ihtiyacı olanı alır. Parası olan verir. Olmayan da bir dahaki gelişinde veririm der ve alacağını veresiye almış olur.
Şalcı bacının defteri aklıdır. Kime ne verdiğini yazacak defteri yoktur. Hem olsa neye yarardı ki? Okuma yazması da yoktu.
O, her şeyi hafızasına yazanlardandı.

Şalcı Bacı, gittiği her yerde hem duyduklarını anlatır, hem gördüklerini.
-Anam, duydunuz mu? Bundan sonra bütün herifler şapka giyeceklermiş. Giymeyenleri cezalandırıyorlarmış. Ya hapse gönderiyorlarmış, ya da kimselerin bilmediği başka yerlere.
Anam, millet istemiyor şapka mapka. Şapka giyince ilerlemiş olacakmışız.
Kadınlar da çarşaf marşaf giyemeyecekmiş. Yüzleri kapanmayacakmış. Anam bacım, Erzurum’un soğuk kış günlerinde herkes başını gözünü örter. Ey, kadınlar zaten örtünmüyorlar mı? Dinimiz de öyle demiyor mu?
Komşu kadınlardan biri:
-Kim demiş anam? Herkes başını yüzünü açacak mıymış? Evinde açsın da, sokakta günah olamaz mı? Şalcı Bacı:
-Günah tabi anam. Günah olmaz mı?
Evin genç kızı Ünzile araya girer.
-Şalcı Teyze, çay getirdim. İç de için ısınsın.
-Ver hele kız. İyi ettin. Hele bir de kırtlamalık şeker ver bana…
Üfleye üfleye, höpürdete höpürdete içerler çayları komşular.
Bu sırada Şalcı Bacı da Ünzile’yi süzmektedir, göz ucuyla. İçinden, maşallah güzel kız. Boylu boslu, yanakları al al. Kara kaşlı, kara gözlü…
-Kız Ünzile!
-Sen neler yapıyorsun?
Şalcı Bacı, Fadime’ye dönerek:
Anam, bizim oğlanlar da bir işin ucundan tutsalardı…

Bu konuşma şeklini bütün kadınlar bilirler. Kimin ne demek istediğini, aklından geçenlerin neler olabileceğini çok iyi tahmin ederler.
Anlaşılan oydu ki, Şalcı Bacı, Ünzile’yi gözüne kestirmişti.
Bu sokağa geldiğinde ilk uğrak yeri burası olurdu.

Şalcı Bacı ani bir hareketle;
-Hadi kalkın karılar, herkesin işi gücü vardır. Bu kadar çene yeter. Herifleriniz sizden aş bekler. Çocuklar ekmek bekler.
Çabucak toparlanır Şalcı Bacı ve oturduğu minderden kalkar. Bohçasını sırtlandığı gibi, başka bir mahallede soluğu alır.
Daha çok yere uğramalı, daha çok satmalı.
Duracak, fazla oyalanacak vakti yoktur…

Bir günün diğer bir günden farkı yok gibiydi.
Kış yüzünü iyice göstermeye başlamıştı. Havalar oldukça ayaza çekmiş, dışarılar çekilmez olmuştu.
Bu da yetmiyormuş gibi, millet, bir de askerlerin sert davranışlarına maruz kalıyordu.
Kimse fesle, serpuşla, takkeyle, kavukla dışarı çıkamaz olmuştu. Herkes şapka kanununa uymak ve şapka giymek zorundaydı.
Kanun böyle, emir böyleydi.
Uygulanması için de sokaklarda jandarmalar gezmekte, uymayanları karakola götürmektedirler.
Bu sıralar, sorgu sual bitmez.
Millet için için kızmaktaydı. Hatta hükumete karşı öfke duymaya başlamışlardı. Halkta bir kıpırdanma başlamış, ayaklanma havası hissedilir hale gelmişti bile.
Herkes birbiriyle hep aynı konuyu konuşmakta ve eski köye yeni adet getirildiğinden dert yanmaktadır.

Herkesin dilinde Merkez Jandarma Komutanı Tatar Hasan Paşa vardır. Onu konuşurlar, konuştukları kadar da ondan çekinirler. Karakola çektiklerine yapmadığı baskı kalmazmış. Kızdığı zaman küfürün bini bir para. Bağırıp çağırır, hatta çok kızdırırlarsa, ona karşı gelen, sözüne cevap veren olursa tekme tokat girişir, dövermiş…

Bir taraftan soğukların, bir taraftan jandarmanın etkisi ile insanlar iyice titremeye başlarlar. Her gün durum biraz daha kötüye gitmektedir.
Halkta, şapkaya karşı, görünmeyen ama sağlam bir direnç oluşur.
Baskı arttıkça direnç de artmaktadır.

Tatar Hasan Paşa’ya verilen asıl görev, İhtilal Mahkemeleri’nin devamı olan İstiklal Mahkemeleri yetkisini kullanarak her türlü şer ve fitne odaklarını ortadan kaldırmaktır.

Hasan Paşa, bir masanın etrafında subayları, çavuşları ve onbaşıları toplamış, çok sinirli ve sert bir ses tonuyla:
-Arkadaşlar!
“Bizim ilk ve öncelikli görevimiz burada düzeni ve sükûneti sağlamaktır.
Çapulcuları, hırsızları, arsızları, asileri, soyguncuları, düzeni bozacak her türlü davranışta bulunanları yola getirmek, susturmak veya bertaraf etmek için elimizdeki yetkiyi sonuna kadar kullanacağız.
İstiklal Mahkemeleri bana, bu yetkiyi sonuna kadar kullanma hakkı veriyor. Aynı zamanda mahkeme başkanı olarak bu yetkimi hiç tereddütsüz ve eksiksiz kullanacağımı bilmelisiniz.
Ya bu şehre biz hâkim olacağız, nizamı sağlayacağız, ya bu uğurda her türlü fedakârlıkta bulunacağız, gerekirse canlarımızdan olacağız!
Bir an önce şehirdeki homurdanmaları, içten içte gelişen ayaklanma belirtilerini bitirmek mecburiyetindeyiz! ”
Tatar Hasan Paşa, öfkeyle elini masanın üzerine indirir.
Bir anda bütün subayların rengi atar, yüzleri renkten renge girer. Ayakta duranların elleri, bacakları harekete geçer. Bu korkunun, heyecanın titremesidir.
Sanki üzerlerine düşen görevlerini layıkıyla yapamamışlar gibi hissederler kendilerini…
Aslında bu yumruk, onlara da “Bu iş bitecek! Bitirin! ” uyarısından başka bir şey değildir.
Hasan Paşa:
-Evet beyler! ..
“Öyle bir şey yapmalıyız ki, bütün Erzurum'a ve hatta civar illerin halkına da örnek olsun. Ciddiyetimizi ve kararlılığımızı kimse denemesin. Herkese ders olacak bir şey yapmalıyız. Gerekirse onlarca insanı sallandırmaktan da çekinmeyeceğiz!
Dedikodu yayanları, kanunlara karşı gelenleri, evlerde, hanelerde ileri geri konuşanları, Cumhuriyete ayak uyduramayanları tespit edip bir an önce gereğini yapmazsak sonra işimiz daha da zor olacaktır!
Bana bir de kadın bulacaksınız, herkes tarafından sevilen, sayılan, tanınan.
Ancak çok konuşan, aleyhimizde olumsuz laflar söyleyen, kadınları dolduruşa getiren biri olsun.
Kimsesi olmazsa iyi olur. Eşi, dostu, akrabası milleti ayaklandırmasın.”
-Var mı böyle birini tanıyan?
Herkes ürkek ürkek birbirine bakar.
Bir jandarma çavuşu kımıldanır, çaresiz çaresiz.
Hasan paşa:
-Ne oldu çavuş?
-Var mı aklından geçen biri?

-Komutanım, aslında öyle birini tanıyorum. Ancak kadın biraz yaşlı. Bohçacılık yapıyor. Bu kaçıncı kocası bilmem, ama o da hastalıktan ölmüş. İki erkek evladı var. Onlar da daha çocuk sayılırlar. On dört, on beş yaşlarında… Kadını çoğu tanır. Hasan Paşa:
-Tamam çavuş! Anlaşıldı!
-Bu işi organize edin, Karakola saldırsın bu kadın. Millet hakaret ettiğini duysun, görsün. Gerisini biz hallederiz…
-Anlaşıldı mı çavuş?
-Anlaşıldı komutanım!

-Beyler!
Sizler de, halkı kimler kışkırtıyorsa öncelikle onları tespit edip tutuklayın. Kısa zamanda mahkeme edip cezalarını verelim. Bu iş bitsin. Ortalık yatışsın!

Subaylar “Emredersiniz komutanım! ” diyerek topuklarını çakıp selam veren odadan çıkar.

Alınan kararlar ağır kararlardır.
Tatar Hasan Paşa’nın işi zordu, lakin subayların da işi çok zordu. Kimler bu uğurda belki de boş yere, bir şapka uğruna feda edilecekler?
Hadi, suçlular neyse…
Ya o şalcı mı, falcı mı?
O kadının suçu ne olacak?
Şapka mı giydirecekler?
Ya giymezse ki, kesinlikle giymeyecektir, Anadolu insanı gururludur. Başı diktir. Kolay kolay aman dilemez. Ya işte o zaman ne olacak?
İbret olsun diye gerçekten asılacak mı?

Tatar Hasan Paşa, gereği yapılacak demişse yapar…
Bu da gün gibi gerçek…

Bir Cuma günü…
Gün tepede, bulutların arasından kendini göstermeye çalışmakta. Havada yine bir rüzgâr var. Gölge yerler buz gibi çarpıyor insanın yüzüne. Güneşin düştüğü yerler insanın yüzünü acıtmıyor.
İnsanlarda da bir tuhaflık var.
Gidiyorlar bir yerlere. Asıl camilere doğru yönleri, ama yine de sanki farklı bir durum varmış gibi üçerli beşerli gruplar halinde gidiyorlar. Daha sıcak davranıyorlar birbirlerine. Selamlaşırlarken iki ellerini birden uzatıp daha dostça sıkıyorlar birbirlerinin ellerini. Sanki iki elin gücünü göstermek isterlercesine…

Hayırlısı der Şalcı Bacı.
Onun işi, hazır erkekler evlerinde yokken birkaç evi daha gezip üç beş parça bir şeyler satmak.
Hayırlısı der ve hızlı hızlı adımlarla birkaç sokak ilerideki yaşı seksene merdiven dayamış Makbule nenenin evinin yolunu tutar.
Makbule nene, büyük oğluyla ve torunlarıyla birlikte yaşamaktadır.
Oğlu boş durmayan, çarşıda torunuyla birlikte kahve işleten esnaftandır. Durumları fena sayılmaz. Çoğuna göre, idare edecek vaziyettedir... Kendi kendilerine yetmeye çalışmaktadırlar. Ne de olsa çoluk çocuk, horanta fazla. Hepsi ekmek derdinde. İki ele bakmaktadırlar.
Şalcı Bacı çaldığı kapıdan içeri girer girmez, köşede minder üstünde oturan, içi kamış dolgulu, yün halı işlemeli duvar yastıklarına yaslanmış ve ayaklarını uzatmış, seksenlik Makbule nenenin elini, ani bir hamleyle tutar ve öper.
-Nasılsın Mahbule nenem?
-İyisindir inşallah? ..

Pencereden düşen yarı aydınlık ışığın yüzünü aydınlatmasıyla Makbule ninenin bütün hayatını, yüzündeki kimi derin, kimi ince çizgilerinden okumak mümkündür. Çok çileler çekmiş, çok badireler atlatmış, çok yorulmuş bir beden.
Kaçakaçlık, kısa da olsa Rus işgali, Ermeni, Rum çetecilerinin acımasız eziyetleri… Neler neler görmemiş ki… Ancak hâlâ ışığı sönmemiş o kara gözlerin… Makbule Nine:
-İyiyem Şöhret. Hele hoş gelmişsen...
-Nasıl olem ki… Aha bu andıra kalası bacahlarım yoh mi? Aha bu dizlerim… Çok ağiriyirler anam. Dermanı da yoh, ilacı da yoh… Çare yoh. Ölene katen çekeceğiz…
Yaşlılar dert yanmaya başlarsa, dertleri hiç bitmez.
Hemen araya gelini girer.
-Hoş gelmişsen kız Şalcı…
-Sen nasılsın? Maşallah genç kız gibisin. Sırtındaki yük de senin belini bükmedi… Nazar değmesin anam. Maşallah! ..
Nezaket Bacı aşağı yukarı Şalcı Bacı yaşlarındadır. Dinç görünmeye çalışır. Hayatı seven, şen şakrak biridir. Çoluk çocuğun fazlalığı onu yormak yerine, daha da canlı kılmıştır. Kümesti, ahırdı… Hep hareket halinde, durmadan içeri dışarı girip çıkan biri…
Eline çabuk…
Bu arada meraklı birkaç çocuk da hemen Şalcı Bacının etrafında beliriverirler. Bir anda evde bir canlılık, bir hareket olur. Cıvıl cıvıldır içerisi. Şalcı Bacı:
-Ehhh! .. Ne olsun, şükür Rabbime, iyiyim.
Anam sen abu uşakları gönder de konu komşu kadınları çağırsınlar hele. Nezaket:
-Ola, ablanla gidin de komşileri hele bir çağırın. Şalcı Bacı gelmiş, deyin. Haydi, haydi durman!
Nezaket:
-Kız duydun mu?
Şalcı Bacı:
-Neyi?
Nezaket:
-Geçende jandarmalar kahveye gelmişler. Başlarında bir de çavuş var imiş. Çavuş demiş ki:
“Beyler! Ya kanunlara uyarsınız, ya başınızı yakarsınız. Karar sizin…”
O sırada Zöhre’nin Mehmet ağa mırıldanmış. “Neye başımız yanacah ki? ” demiş. Jandarmalar kolundan tuttukları gibi adamı karakola götürmüşler. Adam karakolda kalıyormuş, kaç gündür. Daha bırakmamışlar. Kimseye de göstermiyorlarmış. Şalcı Bacı:
-Vay başımıza gelenlere vay!
Bu arada kapı açılır, içeriye orta yaşlarda iki komşu kadın daha girer. Doğruca Şalcı Bacının yanına giderler.
İçlerinden biri, elini, gayri ihtiyari yaşmağını düzeltmek için yüzüne doğru kaldırınca gölgesi Şalcı Bacının yüzüne düşer.
Şalcı Bacı, anlık bir tepki ile iki elini birden kaldırır. Kollarını dirseklerinden bükerek kafasını korur gibi yapar. Bu sırada hafifçe de geri çekilir ve…
- Anneee! der gibi bir ses dökülüverir dudaklarından.
Korkusuz, pervasızdır, lakin o anı hiç unutamamıştır. Yıllar geçmiş, hâlâ o olayın etkisini bir türlü üzerinden atamamıştır.
Rus işgalinin, Ermeni zulmünün olduğu yıllar…
Neresi olduğunu, nerde olduğunu pek hatırlayamadığı bir dere… Çalı çırpı… Kesek, taş… Dikenler… Tam hatırlayamadığı bir yer…
Korkudan tir tir titremektedir. Yaklaşan bir ayak sesini duyar gibi olmuştur.
Niye yalnız?
Niye orada?
Hatırlayamaz...
Bir ayak sesi… Korkuyla başını kaldırdığı an, koca koca çizmelerin tam başının hizasında durduğunu, tepesinde sallanan ipler ve ceket gibi bir şeyin uçları… Daha da kötüsü, tam gözü hizasında parlakça kalın bir sopaya benzer bir şeyin kafasına doğru geldiğini gördüğü an…
- Anneee! ..
Korkudan ağlayarak başını kollarının arasına aldığı ve yalvaran gözlerle baktığı iri cüsseli adamın elbiseleri ve tüfeğinin kabzası… Bir çift de kocaman çizme…
Sonrası yok gibi.
Ağlayıp yere yığıldığını hatırlar gibi sadece…
Yıllardır onun karabasanı olmuştu. Birden üzerine düşen gölgeden korkuyordu işte, o koca gövdeli, boylu boslu Şalcı Bacı…
Komşu kadın:
-Kız Şalcı? Yine o çizmeler mi, dipçik mi bastı, yoksa? ..
Yok…
Devamı yok.

Kısa bir sessizlikten sonra Şalcı Bacı:
-Anam neyse, hele çabuk olun. İşim çok. Buradan çıkınca hamama gideceğim. Orada da birkaç parça satar, bir güzel de yıkanır çıkarım.
Hal hatır, takılmalar…
Şalcı Bacının içine bir burukluk oturmuştur. Sebebi olmayan bir iç huzursuzluğu…

Evden helalleşerek ayrılır.
Şimdiki istikameti kadınlar hamamıdır.
Sokaklarda ilerlerken yine insanların üçer beşer hükumet konağına doğru gittiğini görür. “Gene ne oldu ki…” diye içinden geçirir.

Nihayet hamama varır Şalcı Bacı.
Eski, tarihi bir hamam.
“Şöyle iyice bir rahatlamalıyım.” diye aklından geçirir.
Dışarının soğuğuna inat, burası bütün vücudunu, hatta bütün ruhunu gerginliğinden, kasvetinden arındıracak sıcaklıkta bir yer.

Şalcı Bacı kapıdan girince hamamı işleten ailenin hanımı karşılar kendini.
-Ooo! .. Şöhret ablam, hoş geldin… Epey zamandır görünmüyordun, nerelerdeydin?
-Hoş bulduk anam, hoş bulduk.
-Ben iyiyim, sen nasılsın?
-İçeri kalabalık mı?
Hamamcı kadın:
-Çok şükür, elhamdülillah. İyiyiz Şalcı Bacı.
-Epeyce kadın var. Ama yerimiz de var. Rahat rahat yıkanırsın. İstersen çıkışta bohçanı da açarsın.
-Öyle. Hele ben bir gireyim, kendime geleyim… Çıkınca dinlenme yerinde açarım.

Bu hamamın ayrı bir güzelliği var.
Soyunma yerleri, dinlenecek sedirler, hele kurnaları ve göbek taşı…
Tepelerdeki küçük kubbelerin etrafındaki yuvarlak camlı deliklerden içeriye düşen ışıklar tavana asılmış kandillere benziyor. Ayrı bir aydınlık, güzel bir loşluk vermekte içeriye… Bu ışıklar altında herkes daha renkli, daha güzel görünür.
Şalcı Bacı, hamamcı kadının verdiği peştamalı, göğüslerinin üstünden dolayarak kalçalarının üstünden aşağıya doğru sarkıtır.
Bir taraftan da kollarının altından sarkan etlerine bakarak; “Ah gençlik ah! .. Bir zamanlar zımba gibiydim…” der.
Sarkmış göğüsleri ve birazcık çıkmış göbeği derin derin bir iç çektirir…
“Ah felek ah! .. Ben de bu hallere düşecek miydim? Adım gibi şöhretliydim. Genç kızken bütün erkekler beni görmeye can atarlardı. Çok zor yıllar geçirmiş olsak bile, gençler yanımda olmak için bahane yaratırlar, beni hep korumaya çalışırlardı…”
Bir yandan da o işgal günlerinin zorlukları, Ermenilerin ve Rusların yaptıkları içini burkar…
“Allah bir daha yaşatmasın… O günler bir felaketti. Dertti hepimize… Kime güveneceğimizi, kime selam verip veremeyeceğimizi şaşırmıştık. Düne kadar komşu olan Rumlar, Ermeniler birdenbire düşman kesilmişlerdi.
Felaket! ..
Yokluk, zorluk, bela, çile günleriydi…
Çok kötü günler…
Buna da şükür. Başımızı sokacak bir dam, iki evlat var. Hükümet kurulmuş. Bizim askerimiz var. Vatanımız var. Köyümüz, yuvamız belli.”

Bu arada içeriye, kurnaların olduğu yıkanma yerine çoktan girmiş olduğunu fark eder.
Farklı birkaç ses:
-Şalcı Bacı, hoş geldin. Gel hele, bize doğru gel…
Bir başka yerden:
-Kız Şöhret, bak burada boş kurna var. Gel bele otur.
O tarafa doğru yönelir, Şalcı Bacı…
Bir başkası laf atar:
-Şalcı Bacı, maşallahın var… Genç kız gibi dimdik yürüyorsun. Aman nazar değmesin inşallah. Tü, tü, tü! ..
Konuşmalar, gülüşmeler…
Herkes kendi havasında.
Göbek taşında sırt üstü yatan, yan yatan, bacaklarını büküp uzanan… Bağdaş kurmuş terleyen, ellerini geriye yaslayıp, ayaklarını uzatan… Her şekilde oturanı var.
Çoğunun yüzü pembeleşmiş. Bir kısmının o beyaz tenleri kızarmış…
Şalcı Bacı, önce peştamalını gevşetir. Oturduğu kurnayı güzelce bir temizler. Tekrar doldurur. Bakır tasla başından aşağı döktüğü sıcak suyla şöyle bir gevşeyiverir.
O da kadınların çok anlaşılmayan konuşmalarına ayak uydurmuştur. Herkese bir şeyler söyler.
Tek anlaşılan; “Çıkışta bohçamı görmek isteyen olursa dinlenirken açarım” cümlesi olur.

Ne kadar kaldığının kendi de farkında değildir. İçerisi buharın da etkisiyle daha da loş bir hal almıştır...
“Zaman bayağı geçmiş olmalı. Hava değişmeye başladı, der kendi kendine.”
Çıkar, kurulanır ve dinlenme odasında bir bankın üzerine bohçasını açar.
Bir taraftan hem saçı başı kurumuş olacak, bir iki bardak sıcak çay içerek de günlerin yorgunluğundan iyice kurtulmuş olacaktır Şalcı Bacı.

İkindiye doğru hamamdan çıkar.
Yine bir tuhaflık hisseder sokaklarda. Ya hiç kimse yoktur, ya da hep aynı tarafa hızlı hızlı giden birkaç erkek.
Çoğunda farklı bir telaş.

Yavaş yavaş evinin yolunu tutan Şalcı Bacıya yaklaşan iki kişi gelip önünde dururlar. Tanıyamaz bunları Şalcı Bacı. Zaten başını kaldırıp da erkeklere bakmak âdetinden değildir.
Kafasını kaldırınca iki gencin bir şey söylemek istediklerini anlar.
-Ne diyeceksiniz balam?
Gençlerden biri:
-Şalcı Bacı, senin çocukları Merkez Karakolu’nun önünde karakola taş atarken gördük. Herkesle beraber bağırıp çağırıyorlardı. Birkaç kişiyi karakolda mı tutuyorlarmış, bilmem ne. Onları serbest bırakın diye bağırıyorlarmış. Bir de şapka giymeyiz, diyorlarmış…
Şalcı bacının nevri döner…
-Balam siz ne diyirsiz!
-Benim uşakları da mı karakola almışlar?
“Hele ne diyir bunlar anam! ..” der ve büyük hışımla karakola yönelir.
Sırtında bohçası olduğunu unutmuştur. Attığı adımların büyüklüğünün farkında değildir. Adeta koşar gibi yürümeye başlamıştır.
Şaha kalkmış küheylan gibi bir anda kendini karakolun önünde, kalabalığın içinde bulur.
Kalabalıktan yükselen seslerden hiçbirini duyacak kulak kalmamış, adeta sağır kesilmiştir.
Öfkeli kalabalıktan farklı sesler yükselmektedir:
“Suçsuz insanları ne yaptınız? ”
“Mehmet ağayı nettiniz? ”
“Necip Çavuş nerede? ”
“Nerede sakallı Yunus amca? ”

Her ağızdan bir isim yükseliyordu, ortalığı çınlatırcasına…
Askerlerle ara ara itiş kakış yaşanır, bazen askerler “Yaklaşma! ” diye bağırırlar…
Bir çavuş da:
-Buradan içeri giremezsiniz. Boşuna beklemeyin. Suçu olmayan zaten bırakılacak.
“Şimdi dağılın! ..” diye halkı yatıştırmaya çalışır.
Ses tonu da tehditkardır.
Toplananların sayısı sürekli artmakta, endişe de gerginlik de hat safhaya ulaşmaktadır.

Şalcı Bacı da bu kalabalığın bir ferdi olmuştur artık.
Nasıl geldiğinin, kalabalığın içine nasıl daldığının kendi de farkında değildir.
Kalabalığın içinde, bir aşağı bir yukarı telaşla ve aceleyle ilerlemekte, önüne geleni sağa sola çekiştirerek, kimilerini de yiterek adeta herkesin yüzüne korkulu bir bakış ekmiş gibiydi.
Arıyordu balalarını, arıyordu canından can verdiklerini, yavrularını…

Bulamamıştı, görememişti yavrularını…
Korku ve heyecanla etrafındakilerden soruyordu.
-Ağalar, begler!
-Benim balaları göreniniz var mi?
-Ahmedim, Hasanım… Göreniniz var mı?
Bir daha, bir daha soruyordu, tek tek yüzünü çevirdiklerine…
-Benim balalarımı gördün mi?
Benim Ahmedimi, Hasanımı gördün mi?
Herkesten gelen tek cevap:
-Yok bacım.
-Görmedim bacı.
-Yok.


-Nasıl olur, nere giderler bunlar?
“Acaba tutukladılar mı? ” diye aklından geçirir.

Az ileride sıra sıra askerlerin arkasında dimdik duran adama doğru yönelmek ister. Askerler hemen önüne set olurlar, oraya gitmesini engellerler.
İyice öfke ve korku tufanı sarmıştır Şalcı Bacının ruhunu.
Umut mu, umutsuzluk muydu, çocuklarını göremeyişi…
Kendi de bilmiyor, bir an önce onların karakolda olup olmadıklarını öğrenebilmek için bütün gücünü kullanıyordu.
Bir türlü başarılı olamıyor, her hamlesinde iki üç jandarmanın güçlü kollarında eriyip dağılıyordu, azmi ve iradesi…
En sonunda öfkesine yenilir ve bağırarak:
-Ola soykanızda kala! Şapkanıza siçeyim! Nerde benim balalarım?
Bu sözleri haykırırken, adet edindiği üzere hamama giderken evden götürdüğü takunyalardan birini, bohçasına elini sokar sokmaz çıkarır ve büyük bir hışımla karşısında dağ gibi duran, içeri girmesine izin vermeyen o rütbeli çavuş mudur, subay mıdır, neyse o komutana bütün gücüyle fırlatır.
Önündeki askerler de hiç beklemedikleri bu hareketi engelleyemezler.
Takunya havada parendeler atarak doğruca komutanın kolunun altında paralanır ve yere düşer. Komutan da bu nalının nereden geldiğine bir an için anlayamaz. Askerlerin hareketliliğinden nereden geldiğini ancak fark eder. Bu sırada zaten ikinci takunya da havada uçmaya başlamış, komutan yan dönmesine ve bir adım geri çekilmesine rağmen uzun askeri paltosunun ucuna çarparak ayaklarının ucuna düşmüştür bile.
Komutan:
-Yakalayın bu asker düşmanı kadını!
-Kimin askerine nalın fırlattığını, kimin şapkasına sıçtığını görelim. Hakaretinin cezasını çeksin! ..
Komutan bu sözleri tek tek ve anlaşılacak şekilde, yüksek sesle, özellikle oradaki herkese duyururcasına söyler.
Emir çok sert ve katidir.
İki asker Şalcı Bacının kollarına girer, diğeri de bohçasından yeni bir şey çıkarmaması için bohçayı alır ve karakolun içine götürüler. Şalcı Bacının da istediği aslında budur. Oğullarının karakolda olup olmadıklarını öğrenmek için içeri girmek istemsi de zaten bunun için değil miydi?
Şalcı Bacı götürülürken, kalabalığın arasından birkaç kişi “Bırakın kadını! Kadından ne istiyorsunuz! ” diye yüksek sesle konuşurcasına itiraz etmeye çalışır.
Topluluk da bir şey elde edemeyeceğinin farkına varmış, heyecanları ve öfkeleri her geçen dakika sönmeye başlamıştır. Sadece kalabalıkları vardır. Sözleri tükenmiş gibidir.
Kimse müdahale etmezse, yeniden ateşleyen olmazsa dağılma noktasına gelmişlerdir zaten.
Çok geçmez, geldikleri gibi homurdana homurdana dağılmaya başlarlar. Çözülme bir kez başlamıştır.
Yarım saat içinde karakolun önünde kimseler kalmaz.

İçeri alınan Şalcı Bacı doğruca bir kat aşağıdaki bir odaya götürülür…
Oda küçük ve loştur.
Yüksekte demir parmaklıklı, bir karış eninde yarım metre civarında bir penceresi vardır. Bir de tahta sandalye…
Söylenen tek söz:
“Burada bekle. Komutanımız gelir. Derdini ona anlatırsın.” olmuştur.

Askerler kapıyı kapatıp kitlerler ve giderler.
Şalcı Bacının bohçası da artık yanında değildir. Ekmek teknesi bildiği bohçasından yıllar sonra ilk defa ayrı kalmıştır. Sanki bedeninden bir organı eksilmiş gibi hisseder kendini.
Bu şekilde bir davranışla karşılaşması çok zoruna gider,
O, karakolun en büyük komutanı kimse, onunla görüşmeyi hayal ederken, kendini alt katta bir odada yalnız bulmuştur.
Hapse atıldığı korkusuna kapılır.

Yukarda ise komutanlar, daha önce bahsi geçen kadının bu olup olmadığını çoktan öğrenmişlerdir. Geçen zaman içerisinde Şalcı Bacıyı karakola yönlendiren o iki genç adam gelip gerekeni yaptıklarını, kadını görünmeden takip ettiklerini ve takunyaları atanın kararlaştırılan bu kadın olduğunu haber vermişlerdi bile…
Her şey plana uygun gitmektedir.

Şalcı Bacı sanki odada unutulmuştu.
Ne gelen, ne giden vardır. Uzun süre bir ayak sesi bile duymaz.
Yorulmuş, bütün ümitleri, hayalleri sanki yavaş yavaş kararan havanın odayı karartması gibi karanlığa gömülmüştü.
Karanlık sayılacak bir oda, bir tahta sandalye ve çaresiz, sessiz bir kadın…
Neydi suçu?
Olan bitenin kendi bile farkında değildi.

* * *
İkinci gününü de bu izbe yerde geçirir.
Ayakları uyuşmaya, beli ağrımaya ve tutulmaya başlar.
En berbatı da dışarıda olamamak, yürüyememek, tanıdık bir yüz, birilerine bir söz söyleyememektir. Ruhu kararmış, sanki gecenin melaneti benliğini esir almıştır.
Arada kapı açılır, bakır bir tepsi içinde bir tabak çorba, bir parça ekmek ve bir tas su verilmektedir.
Her kapı açıldığında, ne kadar konuşmaya yeltendiyse hiç karşılık bulamaz.
Hatta bir defasında;
“Asker ağa, elini ayağını öpeyim... Ne olur beni komutana götür.” diye yalvarmaya başlamış, daha derdini anlatamadan kapı suratına kapanmıştır.

Konuşmamak şartıyla, ihtiyacını bile verilen süre içinde gidermek zorundadır.
Kadersizin kadersizidir.
Boynu büküklerin büküğüdür.
Zaten felek sillesini bir değil, defalarca vurmuştur Şalcı Bacıya…

Nihayet sessizlik bozulur.
Merkez Karakolunda bir hareketlilik görülür. Askerler hızlı hızlı yürümektedirler. Postal sesleri her zamankinden kat be kat fazlalaşmıştır. Bir şeyler olmaktadır yukarılarda. Taşınan bir şeylerin sesleri yankılanmaktadır. Arada patırtılar, kütürtüler duyulmaktadır.
Bir de o gürültülere karışan “Emredersin komutanım” sesi ve koşuşturmalar açık açık sessizliğin sesi olmaktadır, koridorlarda…

İstiklal Mahkemesi kurulmuştur.
Üst kattaki en büyük oda bu iş için düzenlemiştir. Giriş kapısının tam karşısında büyükçe bir masa, bir bayrak, bir dosya, bir kenarında koca bir daktilo ve dört sandalye…
Masanın ortasındaki sandalyede Tatar Hasan Paşa, iki yanında da mahkemenin iki üyesi. Büyük bir ihtimalle bunlar da asker. Sivil giyinimli. Lakin hep komutanım diyorlar Hasan Paşaya.
Gerçi başkaca da şansları yok. Hasan Paşa ne derse o olacak sonunda. Kararı verecek olan da Hasan Paşa değil mi?
Mahkemenin tek yetkilisi ve söz sahibi…

Karakolda her zamankinden daha çok tedbir alınmış, binaya giriş çıkışlar yasaklanmış. Karakol bahçesinde eskisinin en az iki katı kadar asker nöbet tutmaktadır.
Giriş çıkışlara da asla izin verilmez.

Tutuklular salona onar onar alınırlar.
Tatar Hasan Paşa’nın yanındaki heyet üyelerinden biri, önceden hazırlanmış dosyalardaki iddiaları ve tutukluların suçlarını tek tek okur.
Bunlardan katillerin, hırsızların, soyguncuların söz söylemeye hakkı bile yoktur aslında. Usulen sorulur:
-Bu suçlamalara bir diyeceğin var mı?
-Bunları yalnız mı yaptın?
-Sana yardım eden başkaları da var mıydı?
Zaten suç kesindir, heyetin gözünde. Sadece birkaç kişinin daha adı ortaya çıkar mı babından sorulmaktadır, son sözleri.
Suçları kesin olan on beş civarındaki sanık hakkında “suçlu” kanaatine zaten varılmıştır. Usul gereği resmen kayıtlara geçirilme işi kalmıştır.
Kâtip, sanıkların son sözlerini ve Tatar Hasan Paşa’nın verdiği kararı iki parmak, daktilosunu tıklata tıklata yazar.
Sıralanan isimlerle birlikte iki sayfayı bulmayan bu karar yazısı, ilgili üyeler tarafından tek tek imzalanır.
Son on kişiye gelmiştir sıra.
Bunların içinde Zöhre’nin Mehmet Ağa, Necip Çavuş, Sakallı Yunus, Onbaşı Yusuf Pehlivan gibi suçlarının ne olduğunu kendileri de bilmeyen masumlar da vardır.
Tek dedikleri “Ben gâvur muyum ki şapka giyeyim…” Bu ve benzeri sohbetler…
Kendi aralarındaki konuşmalarında kabullenmek istemediklerini belirten sözlerdir. Birilerinin istihbaratı ile ya evlerinden veya kahvelerden alınmışlardır karakola.
Biraz da sözü geçiyor olmaları ve halk tarafından sevilmeleridir, asıl sebep.
Tabii bir de aralarında tek başına duran bir kadın.
Omuzları her ne kadar biraz düşmüş bile olsa bakışları dik ve delicidir…
Hâlâ çocuklarındadır aklı.
Analık içgüdüsü ile kendi hali aklından bile geçmez. Önce komutandan çocuklarının nerede olduğunu sormayı geçirmektedir aklından.

Bu son grup da içeri getirilir ve heyetin karşısında sıra sıra ayakta dizilirler.
Etraflarında daha önceden yerlerini almış silahlı askerler vardır.
Heyet Başkanı Komutan:
-Beyler! Ben söz hakkı vermeden, soru sormadan kimse konuşmayacak! ..
-Sadece sorduğum sorulara cevap vereceksiniz. Başka şeyler söylemenize izin vermeyeceğim! .
Oldukça kararlı, gür ve sert bir sesle ortama hâkim olur, heyet başkanı komutanın sözleri.
Adetten olduğu üzere, tutukluların suçları tek tek okunur...
Mahkeme Başkanı Tatar Hasan Paşa:
“Yeni Cumhuriyet Yasalarına ve kanunlarına itaat etmediğiniz…”
“Şapka kanununa muhalefet ettiğiniz…”
“Cumhuriyete, askere saygısız davrandığınız, karşılık verdiğiniz…”
“Türk askerine hakaret ettiğiniz, karakola yapılan kalkışmalarda, halkı ayaklandırmada liderlik yaptığınız…”
“Halkı askere ve devlete karşı kışkırttığınız…”

Şalcı Bacıya sıra geldiğinde, gözlerinin içine baka baka ve tek tek, emrivaki ve tehdit edercesine, daha yüksek ve gür bir sesle:
-Sen Şalcı Kadın!
-Sen askerlere “SOYKANIZA KALA! ” diye hakaret ettiğin, “ŞAPKANIZA SIÇAYIM! ” dediğin ve askerlerin başındaki KOMUTANA TAKUNYALARINI FIRLATTIĞIN, askerleri ve komutanlarını küçük düşürdüğün, böylece Türk askerini saymadığın, sevmediğin ve askerimize hakaret ettiğin…
-Bohçacılık yapmak için gittiğin evlerde “ŞAPKA GİYDİRECEKLERMİŞ HERİFLERİMİZE. BİZ GÂVUR MUYUZ? MÜSLÜMAN ÜLKEDE BU ŞAPKA NEYİN NESİYMİŞ? KARILARIN DA BAŞLARINDAKİ YAZMALARI VE ŞALLARINI ÇIKARTTIRIP ŞAPKA GİYDİRİRLERSE BU GÂVURLAR, ŞAŞMAYIN…” diyerek kadınları da isyana teşvik etiğin…
KADIN BAŞINLA ŞAPKA KANUNUNA VE İNKILÂP YASALARINA KARŞI ÇIKTIĞIN ANLAŞILMIŞTIR.

Yine kulakları çınlatan çok sert bir sesle:
-Bir sözü olan, itirazı olan var mı?

Şalcı Bacı:
-Komutan bey, benim çocuklarım, balalarım…
Komutan:
-Sus be kadın!
-Dava senin çocukların değil. Suç, senin yaptıkların. Sen söylenenleri yaptın mı, yapmadın mı? Bunları dedin mi demedin mi?
Sessizlik...
- Evet kadın! Cevap ver!
-Dediklerimi yaptın mı?
Ağzının içinden dökülen bir iki kelime ile:
-Yaptım da, balalarımı arıyordum. İçeri sokmadı…
-Tamam! Anlaşıldı kadın!
-Suçunu kabul ettin işte…
-Konu kapanmış, mahkeme bitmiştir! ..

Yazılan tutanaklar üyeler tarafından tek tek imzalanır.

* * *
Üç faili meçhul…
Nereye gittiği bilinmeyen, nerede kimler tarafından sorgulandığı, nasıl ortadan kaldırıldığı anlaşılamayan ve bir daha kendilerinden haber alınamayan üç belirsiz yok oluş. Doğrusu yok ediliş…
Kimlerin, ne zaman ortadan kaldırdığı asla ortaya çıkmayacak.
Sorulacak sorulara, yapılan başvurulara ve araştırmalara asla cevap alınamayacak…
Cevapsız kaybedilişler…

Yedi kişinin sürgün kararı…
Sinop’a…
Suçları, şapka giymeye direnenler…
Güle güle…
Alışkanlıklarına bağlı Anadolu’nun saf, gariban insanları…
Güle güle…

Ve…
(22 + 1 = 23)
Matematik işlemi değil.
Elmalarla armutların toplamı da değil.
İnsan bunlar, insan…
Yirmi üç can…
İlk defa asılan, kendisiyle ilgili olmadığı bir konudan dolayı ilk defa asılan bir kadının, Şalcı Şöhret Bacı’nın cezaya çarptırılarak idam sehpasında sallandırılışı…

*
Aynı günün sabaha yakın saatleri.
Tan henüz ağarmamış.
Yine olağanüstü bir hareketlilik…
Emirler…
“Emredersin komutanım! ” sesleri yankılanmakta, taş duvarların soğuk yanaklarında…
Sanki her bir emir ve tekmil, taşlara sesten nakışlar gibi işlemekte.
Geleceğe haykırmak üzere işlemekte, taşların derinliklerine…
Taşlara çentikler atan bu nidaların yüreklere çekiç vuruşları, ucu sivri murç dokunuşları… Kanatarak tüketmekte bütün ümitleri, az da olsa hayatta kalma arzusunu…

Ayak sesleri…
Ne de sert yansımakta koridorlarda…
Sanki yüzlerce er, aynı anda talime çıkmışlar ve hep birlikte resmi adım yürüyorlarmış da yeri sallıyorlarmış gibi sert ve kararlı…

Eller arkadan bağlanmış.
Ayaklarda pranga misali kalın ipler…
İkişerli sıra halinde…
Birbirleriyle konuşmaları yasak.
Yanlarında ve arkalarında silahlı ve süngü takmış askerler.

Ayaz mı ayaz bir hava.
Neredeyse verilen nefes buz tutup yere düşecek kadar soğuk. Ama bunu düşünen yok ki… Bu gidişin dönüşü olma ihtimali dahi yok. Bu düşünceyle yola çıkmıştı, ölüme mahkûm kadersizler.
Askerlerde de, başlarındaki komutanda da ses yok.
Duyulan sadece ayak sesleri.
Günün çok erken saatleri…
Sokaklar tamamen boş sayılır. Birkaç köpek havlaması ve kaçışan bir iki kedi… Hayata dair tek görünen ve duyulanlar işte bunlar…

Şalcı Bacı, o dikliğini kaybetmiştir.
O da bu kadar erkeğin ve askerin içinde nasıl yer aldığına hâlâ inanamamaktadır. Bir yandan, annelik duygusuyla çocuklarını bir daha göremeyişinin ağır ezikliğini yaşarken, bir yandan da çocuklarının neden hiç arayıp sormadıklarını aklından geçirmektedir.
Sonra da kendi kendine, “Ben aklımdan geçirdim de ne oldu? Onların başına da aynı şeyler gelebilirdi. Geçirmedikleri daha iyi.” şeklinde düşünerek, ayaklarına çok büyük bir yük olan bedenini taşımaya çalışıyordu.
İlk defa bacakları Şalcı Bacıyı taşımakta zorlanıyor, hatta titriyordu. Yürümeye gücü, mecali yoktu sanki. Şalcı Bacı için, bu gidiş çok bahtsız, çok anlamsız bir gidişti...

Ne zaman gelmişlerdi, zaman nasıl geçmişti farkında bile olamamışlardı.
Kendilerini Hükümet Konağının bulunduğu meydanda bulmuşlardı.
Hava henüz loş sayılacak kadar ışımıştı.
Hükümet konağının bahçesinde, yola yakın kısmında sanki çamaşır asmak için kurulmuş birbirine ekli, biraz yüksekçe darağaçları kurulmuştu bile.
İlk başta üçlü kalın kalaslardan ayaklar, sonrasında ikişer metrelik aralıklarla birbirlerine çaprazlama tutturulmuş ikişerli ayaklar… En sonunda da yine üçlü çapraz tutturulmuş ayaklar. Aralarına atılmış kalın kalaslar ve her iki ayak arasında, yuvarlak kalaslardan bir – iki defa dolandırılarak sarkıtılmış, kalın urgan iplerden yapılmış kementler…
Bu urganların bir uçları da idam sehpasının konak tarafında hemen arkasında yere çakılmış bir kazığa bağlanmış.
Her kemendin altında tahtadan yapılmış kırk, elli santim yükseklikte tabure.
Birkaç da tahta sandalye.

Askerlerin arasında ikişerli sıra halinde meydana getirilen mahkûmlar, yine ikişer ikişer sehpaların altındaki yerlerini alırlar.
Her birinin kolunda bir er bulunmaktadır.
Askerler, hem ön sırada, hem arka sırada düzgün bir şekilde sıralanırlar.
Bu sırada, sadece gözleri hayal meyal seçilebilen kar maskeli dört kişinin, hükümet konağından çıkıp, arka taraftan sehpalara yaklaştıkları görülür.

Ürkütücü bir gölge gibidir gelişleri.
Dik yürüyüşlü bu adamlar, kararlı adımlarla sessizce sehpaların altına gelirler.
Erlerin kollarından tuttukları idam mahkûmlarının diğer kolundan tutarak taburenin üzerine basmasını sağlarlar. Her biri, kemendi, mahkumun boğazından geçirip boğazını sıkmayacak kadar çekip yanındaki mahkûma geçer.
Dört kişilik bu ekip işini o kadar hızlı yapar ki, sanki talimli imişlercesine el çabukluğuyla üç beş dakikada hepsinin boğazında kement, komutu bekler hale getirilir.

Lakin bu mahkûmlardan biri var ki, onun başında beyaz bir çuval vardır.
Kim olduğunu, neden başında çuval olduğunu o an için yetkililerden başkası bilmemektedir.
Şapka yüzünden asılanlar arasında bir de kadının olması hazin ve bir o kadar da garipti.

Zaten en son sırada yer alıyordu. Yahut sol baştan bakılırsa ilk başta.
Başına, kemendi takmaya gelen cellât, koluna girdiğinde hırıltılı ve titrek bir sesle söylenir.

-Şapka benim neyime? Ne işi olur, kadın kısmının şapkayla?
Sehpaya çıkartıldığı anda şöyle bir toparlanır, diklenir ve önce kısmen duyulabilecek bir sesle:
"Eşhedüen lâ ilâhe illallah ve eşhedüenne Muhammeden abdûhü ve resûlü" der.
Sonra da daha erkeksi bir sesle:
“Kadın şapka giye ki asıla! ”

Verilen emirle bütün taburelere birer tekme atılmış, hayatla aralarındaki son bağları da koparılmıştır.
Her bir tabure bir tarafa doğru fırlamış ve yan yatmıştır.

Çırpınmadadır, başında beyaz çuval bulunan Şalcı Bacı.
Bunu gören cellât hemen altına gelip belinden aşağı doğru asılır. Bir küt sesi duyulur ve sonra…
Çırpınma kesilir…
Başındaki çuval da alınır…

Cellâtlar geldikleri Hükümet Konağının kapısından içeri girerler. Sonra kim oldukları, nereye gittikleri, halkın içine karışıp karışmadıkları meçhuldür.

Darağacında sallandırılanlar, ibret olsun diye, tam iki gün boyunca Hükümet Meydanında asılı kalırlar! ..

Erkenci olan cami cemaatinden olayı görenler, heyecan ve korkuyla birbirlerine haber verirler.
Kısa bir sürede, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte etrafta onlarca kadın ve erkek toplanmaya başlar.

Vah vah! ..
Tüh tüh! ..
Aman Allah’ım, şunu da asmışlar, bunu da asmışlar, sesleri…

Giderek artan ağlama ve ağıt sesleri…

En çok da:
-Aman Allah’ım! .. Bizim Şalcı Bacıyı da asmışlar.
-Suçu neydi ki? ..

Sabah rüzgârı, bütün kadınların kulaklarına Şalcı Şöhret Bacının sön sözlerini fısıldıyordu,

“KADIN ŞAPKA GİYE Kİ ASILA! ..”

Hikmet ÇİFTÇİ
2013

Referans